Âkif'in Hayat Safhaları (Safahat)
Bayram Ali Çetinkaya
İstiklal şairimiz Mehmet Âkif, eserleriyle olduğu kadar,
hayat felsefesiyle de bir erdem modeli oluşturmaktadır. Şahsiyetli, izzetli,
şerefli, onurlu, vakur, emin ve vefalı bir kişiliğe sahip olan Âkif, kendisine
tevdi edilen vazifeler konusunda da oldukça hassas bir yapıya sahiptir.
Birinci Dünya Savaşı’nda kendisine Harbiye tarafından
Berlin’de bir görev verilir. Bu çerçevede Teşkilat-ı Mahsusa içerisindeki üç
kişiyle Almanya’ya gider. Bu dört kişi, Arapça olarak dünyadaki Müslümanları
uyaracaklardır. ‘Almanya’da İtilaf ordularından esir alınmış yüz bin Müslüman
vardı. Âkif, bu yüz bin kardeşine hakikati söylemek için’ Berlin’deydi.
Döndükten sonra dostları ‘Berlin’de ne var? Ne oluyoruz’ diye kendisine
sorunca, Âkif: “Berlin’e gittim, elçimiz Kur’ân’a tefsir yazıyor; İstanbul’a
geldim. Fatih’te hocalarımız siyaset konuşuyor. Ne olacağız, artık anlarsın.
(Berlin Hatıraları, Safahat’ın beşinci kitabı ‘Hatıralar’ olarak
anlatılmaktadır.)
Âkif’in musiki, sanat ve güreşe düşkünlüğü vardır. Yakın
dostu Neyzen Tevfik’ten ney dersleri alır. Bunun için her gün Fatih’teki
Şekerci Han’ına gider. İki ay sonra bazı zorlu makamları çıkaramadığından
dolayı üzülür. Daha sonra Neyzen Tevfik, Çukurçeşme’ye taşınınca, Mehmet Âkif,
her sabah Sarıgüzel’deki evinden oraya gider.
Giderken birinin arkasından koşuyormuşçasına hızlıca yürür, kan ter
içinde kalırdı. Ama o, bundan dolayı hiç şikayetçi olmadı. Nitekim ‘kolay,
yumuşak, yakın’ gibi kelimeler, Âkif’in sevmediği sözcüklerdir.
Neyzen Tevfik’in kaldığı ‘handa bir türlü ney öğrenemediği
bu bekar odası galiba o kadar da temiz bir yer değildir. Çünkü Âkif, bir gün bu
odada yemek yerken, Neyzen Tevfik’in verdiği peşkire (havlu) alayla teşekkür
eder: İstemem, üstüm kirlenir.” diye söyler. (Kuntay, Mehmet Âkif, 220)
Âkif’in
dostu ve onu, yakın(ın)dan bize anlatan Mithat Cemal Kuntay’a göre ‘halk
dostluğu Âkif’in serveti, musiki sefahatıydı.’
Çok
farklı işleri ve görevleri kendisine vazife edinen Mehmet Âkif, bütün zamanını
âdeta programlamıştı. O bir münevver, âlim, talebe, hoca, güreşçi, yüzücü,
nesep ilmi uzmanı, ney üfleyen bir veteriner gibi hayatını verimli ve bereketli
geçirmiştir. Şâirlik onun için, belki de tüm bunların toplamıydı:
Mehmet
Âkif; “Boğaziçi’nde yüzme yarışını kazanan; Çatalca’da güreşen, Veliefendi
çayırında adım atlayan; Mütenebbî’yi, İbnülfarız’ı, Kur’ân’ı ezbere bilen;
Hersek müftüsü Fehmi Hoca’yla İlm-i ensab! konuşan; Dağıstanlı Hâlis Hoca’yla
Kitâbu’l-Kâmil’i hasbihal eden; Musa Kazım Hoca’yla Bedrettin’in Varidat’ını
okuyan; sonra Emile Zola’nın romanlarında insan yığınlarının idaredeki kudretini
seven ve münekkitlerin de bunu beğendiklerini görünce takdirindeki isabetle
sevinen; sonra Halkalı Mektebi’nin bahçesinde ‘istiska-i batın’a uğrayan
ineklerin karnından ‘trocart’la su alan; sonra ‘aruz’un orkestrasyonunu yapan
Âkif, bir taraftan da nısfiye (kısa ney)üflüyordu.” (Kuntay, 223-24)
Milli
Şairimizin, Kur’ân’a ayrı bir ilgisi bulunmaktadır. Dönemindeki üstatlar içinde
Ârapça’yı en iyi bilenlerden kabul edilirdi. Aslında Arapça’ya hâkimiyetinin
ardında, Kur’ân’ı altı ayda ezberleyip hafız olması yatardı. Fatih camii imamı
Arap Hafız’tan her gece akşamla yatsı arasında bir cüz okur, hıfzını
dinletirdi. Mısır’da bulunduğu zamanlar, Ramazan’da Kur’ân’la teravih kıldırdı.
Her vakit cemaat bulamayan Âkif, bazı zamanlar oğlu Tahir’i cemaat diye
arkasına geçirip imam olurdu. Fakat hatimle kıldırılan bu teravih namazları
uzayınca Âkif: ‘Bazen arkama dönüp bakıyordum, o da kaçmış diyordu”. O, Kur’ân
tercümesi görevini uzun müddet sürdürdü ve tamamladı. Ama teslim etmedi… Kur’ân
tercümesinden yorulduğu zaman Mesnevî okuyarak dinlendiğini söylerdi.
Vefa ve
sözünde durma konusunda çok hassas olan Mehmet Âkif, randevularına çok önem
verir. Söz verdiği görüşmeye gelmeyenlerle arasına mesafe koyardı. Âkif ‘birine
küstü mü, aleyhinde bulunmak için bile onu ağzına almazdı, unuturdu’. Artık o
kişi, ‘darıldığı adam, görmediği, bilmediği, hiç tanışmadığı’ adam olurdu.
Hayat
felsefesini erdemler üzerine bina eden Âkif için, dört şey çok çirkin
özellikti: Cimrilik, ikbal şımarıklığı, kibir, bir de maddi pislik. Mehmet
Âkif’in onur, şeref, vakar gibi özellikleri, âdeta onunla bütünleşmiş vasıflar
haline gelmişti.
Bu
özelliğini gösterin bir olay ders verirken yaşanmıştır: Acıbadem’deki köşkte
Osmanlı üst yöneticilerinden Ratip Paşa’nın oğluna ders vermektedir. Ders için
bir gün köşke gider. Talebesi Mehmet Ali Ratip onu bekletir, gecikir. ‘Köşkün
ihtişamı, Âkif’in bekleyişini büsbütün acı bir şekle sokar.’ Onuruna düşkün olan
Âkif, artık dayanamaz, ayağa kalkar ve hızlıca köşkten çıkmak için
hareketlenir. Çıkarken salonun kapısında talebesiyle karşılaşır. Mehmet Ali
Ratıp’a uzun uzun bakar. Bir şey söylemeden merdivenlere doğru yönelir.
Köşkün bir noktasında Mehmet Ali Ratıp ona yetişir; ve genç
adam ki çocuk gibi küçülür, gözleri dolar. Mehmet Âkif, gencin ağlayarak
yaptığı hatasını kabullendiğini görünce, şaşırır. Mithat Cemal olayı şöyle
devam ettirir: ‘Bu genç adam bu kadar refahın içinde kendisi gibi bir ‘hiç’ten
mi mahrum olmaya tahammül edemiyor, ağlıyordu. Evet madem ki birini
kaybedeceğine birinin gözleri doluyor, o demin kibrini unutuyor, bir hiç
oluyordu. Ve bu gözleri dolan çocuk artık onun ‘oğlu’dur’. Safahat’taki
‘Mehmet Ali’ye manzumesini, bu duygulu talebesine -Avrupa’ya tahsile gittiği
zaman- yazar: “Bir nüsha-i kübra idin, oğlum, elimizde: Sen benden okurdun
seni, ben senden okurdum. Yüksekliğin idrakini yorgun bırakınca, Kalbimle
yetişsem diye, şairliğe vurdum.”
Hülasa, Mehmet Âkif’in hayatının her safhası, Safahat
adlı eserinin bölümlerine (Yedi Safha) konu olmuş bir ‘Müslümanca düşünce’
oluşturma çabasıdır.