Akdeniz'deki enerji barışı ve Ortadoğu
ABD’nin Jeoloji
Araştırmaları Merkezi 2010 yılında iki ayrı rapor yayınlamıştı. Bu raporda
Filistin, Gazze, İsrail, Lübnan, Suriye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)
ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) kapsayan Levent havzasında ciddi anlamda
petrol, doğalgaz ve Hidrokarbon rezervinin olduğuna yer verilmişti.
Toplamda keşfedilen
122 trilyon metre küp hidrokarbon rezervinin olduğu Doğu Akdeniz, günümüze
kadar ticaret rotası olmasının dışında bir anda enerji kaynağı bir bölge haline
gelmişti. Dolayısı ile Bu durum bölgede enerji eksenli yeni siyasi denklemlerin
oluşmasına neden oldu.
Çok uluslu ve ortak
politika etrafında hareket eden blokların oluştuğu bölgede; İsrail, Yunanistan,
Mısır, GKRY ve arkalarında bu bloğu destekleyen ABD, AB ve Birleşik Arap
Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi uydu Körfez ülkeleri ilk günden Türkiye’siz
denklemler üzerinde çalıştılar. Türkiye ise tüm bu oluşumlara karşı tek başına uluslararası
hukuktan doğan haklarını savundu.
Siyasi nedenlere bağlı
olarak Mısır, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi gibi aktörler
Türkiye'yi Doğu Akdeniz'de yalnızlaştırma politikası güderken Ankara hükümeti
her söyleminde oldu-bittiye izin vermeyeceğini; ancak diyaloğa açık olduğunu
dile getiriyordu.
Türkiye’nin tezi,
herkesin ortak paydada kar elde edeceği fayda maliyet açısından en tutarlı
adımları içermekteydi. Bölgedeki tüm aktörlerin çıkarını gözeten bu önerileri
kabul etmeyip sonuçsuz girişimlerle maceracı bir tutum sergileyen İsrail / Mısır
bloğunun Türkiye ile ortak paydada yer almak durumunda kalacağı aşikar olsa da.
Özellikle Mısır ve İsrail için en gerçekçi adım Türkiye ile yapılacak olası bir
anlaşma ile etkilerini artırmak ve global birer enerji tedarikçisi olmaktı.
Benzer şekilde Mısır,
Türkiye ile olası bir anlaşma neticesinde deniz yetki alanlarını
genişletebilecek ve yeni keşfedilen alanlardaki enerjisini dünyaya en etkili ve
en az maliyetle ulaştırma imkanına kavuşabilecektir.
İsrail ise dünya
piyasasına açılıp global bir enerji tedarikçisi konumuna gelebilmek için en iyi
alternatifin Türkiye üzerinden geçecek bir rota olduğunun idrakinde olmasına
rağmen politik sebeplerle bu seçeneği değerlendirememektedir.
Söz konusu enerji mücadelesinin
bölgesel siyasete ne etki yapacağı ve Bölgede savaş diplomasisinin geleceği hakkında
bize az çok bir fikir vermektedir.
Böyle bir ortamda
mevcut enerji kaynaklarının tansiyonu giderek artıracağını söylemek mümkündür.
Bölgede keşfedilen
enerji bir barış enstrümanı olabilecekken, tam aksine perde gerisinde mevcut krizleri
tetikleyen bir etken olarak karşımızdadır.
Bölgedeki hidrokarbon
kaynaklarına ulaşabilmek, Türkiye için hem enerji bağımlılığını azaltma hem de
enerji transferinde bir numaralı ticaret merkezi olma hedefleri açısından
önemlidir. Öte yandan, planlanan projelerin Türkiye’nin deniz yetki
alanlarından geçiyor olması anlaşmaya taraf ülkeler için en büyük engel
durumundadır.
Uluslararası hukuk
açısından mevcut deniz yetki alanlarının altından boru hattı geçirmek mümkün
olsa da Türkiye’nin fiziki olarak var olduğu bir alanda bu çalışmaların
yapılabilmesi mümkün görünmemektedir.
Bu noktada İsrail’e
ayrı bir parantez açılması gerekecektir. Keşfettiği enerjiyi dünyaya
ulaştırmanın en masrafsız ve kısa yolun Türkiye olduğu gerçeğinin farkındadır.
Sadece Doğu
Akdeniz’deki enerjinin değil mevcut boru hatları ile diğer tedarikçilerden
gelecek enerji kaynakları için bir rota konumundaki Türkiye, AB ülkeleri için
de büyük öneme haizdir. Bu noktada Avrupa’nın İsrail politikalarına mahkum
pozisyonu kendileri açısından bir çelişkidir.
Orta ve uzun vadede
coğrafi konumunun verdiği avantaj ile Türkiye bölgede enerji merkezi hedefine
mutlaka ulaşacaktır.
Geldiğimiz noktada,
dünya siyasetinde söz sahibi olabilmenin temel koşulunun sahada askeri başarı
olduğu gerçeğini her geçen gün yaşayarak görmekteyiz.
Caydırıcılık kartını
kullanmak için özellikle Türkiye’nin ürettiği İnsansız Hava Aracı (İHA),
Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA), firkateyn ve deniz altılarla arama ve
sondaj gemileri ile bu konudaki kararlılığını göstermiştir.
Askeri
caydırıcılığının yanında Türkiye, uluslararası hukuktan doğan hakları gereği
bölgede en uzun sınıra sahip olduğu Akdeniz’de egemenliğini koruma noktasında
önemli bir etki ve motivasyona sahiptir.
Türkiye’nin bahsi
geçen yeni denklemlerin ana aktörü olması hem uluslararası hukuk temelli
coğrafi hem de ekonomik bir gerekliliktir.
Sonuç olarak Akdeniz’de
Tüm bölge ülkelerinin ortak çıkarlarını gözeten bir barış Filistin ve Gazze
dahil bölgede kalıcı barış ve istikrarı sağlamada en önemli adım olacaktır.