Ak Parti'nin geleceği
Ak Parti 23’üncü Kuruluş Yıldönümü’nü kutluyor.
Bundan çeyrek asır kadar önce…
Sütleri bozuk 28 Şubat darbecileri, ortalığı “fil girmiş züccaciye dükkânı”na döndürünce, memleket uçurum kenarına gelmişti.
Rahmetli Erbakan Hoca’yı siyaseten bitirenlerin, partilerini kapatanların kurdurdukları “ara dönem koalisyonları” döneminde, bankalar batırılmış, milyarlarca dolarlık yükler milletin sırtına bindirilmiş, ekonomi tamamen çıkmaza girmişti.
17 Ağustos Marmara Depremi’nin altında kalan “28 Şubat Koalisyonları”ndan bıkmış milyonlar, bir çıkış yolu arıyordu.
O günlerde, her parti bitikti.
Sağdaki, soldaki, ortadaki partilerden hiçbirinden beklenti kalmamıştı.
Bütün partiler barajın altında kalacak durumdaydı.
Yürümekte güçlük çeken, bir yere değen kemikleri un ufak olan Bülent Ecevit’in Partisi DSP, operasyona uğramış…
Genel Başkan Ecevit’in en güvendiği isimler tarafından parçalanmıştı.
Geleceğe dair umut ışığı olarak, “siyasi yasaklı” durumundaki Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası görülmüyordu.
O günlerde, “irtica yaygarası”, “laikçilik krizleri” olanca şiddetiyle devam ediyor ve milletten teveccüh görebilecek tek isim olarak görülen Erdoğan’ın nereye kadar ilerleyebileceği, “meşruiyet” krizini nasıl aşabileceği tartışılıyordu.
Sayın Erdoğan, büyük bir “kadro” hareketiyle öne çıkıp, bir süredir “yenilikçiler” rumuzuyla bahsi geçen partisini kurduğunda, memlekette büyük bir heyecan dalgası meydana gelmişti.
“Muhtar bile olamayacağı”, rejimin zinde güçleri tarafından, “İri Gazete” aracılığı ile ilan edilen Milli Görüş kökenli Erdoğan’ın aşması gereken birçok engel vardı.
Bunun için, söylem ayarı yapıldı, eylem ayarı yapıldı.
“AB yolculuğu” üzerinden “dönüşüm” gerçekleştirilmesi için yola çıkıldı.
“Medeniyetler Çatışması” yerine “Medeniyetler İttifakı” vurgusu öne çıkartıldı.
Türkiye’nin laik yönetim tarzı ile İslam Dünyası’na “model ülke” olabileceğine vurgular yapıldı.
ABD ile Rusya’nın iki kutuplu dünyası yıkılmış, ortada birbirleri ile çatışan Batı ve İslam anlayışları kalmıştı.
“Din” merkezli bir çatışmanın yaşanması, dünya için felâket olurdu.
Türkiye, bu çatışmayı engelleyebilecek yegâne ülkeydi.
Zira, “Osmanlı Mirasçısı, Halkı Müslüman Laik bir Devlet” olarak hem İslam dünyası, hem de Batı ile temasları vardı.
Köprü ülkeydi.
Medeniyetler İttifakı’nın merkezi olabilirdi.
Ortadoğu’ya iyice yerleşmek için adımlar atan “Tek Süper Güç” ABD de, İslam Dünyası'nın tamamını karşısına almak istemediği için, Türkiye’den gelen bu “Medeniyetler İttifakı” mesajına sıcak baktı.
ABD ve AB ile Türkiye arasında “ılık rüzgârlar” esmeye başladı.
Ekonomisi IMF memuru Cotarelli’nin baskısı altında olan Türkiye, nefes aldı.
Dünyada “Dolar” bolluğu vardı, Dolar gidecek uygun adresleri arıyordu.
Türkiye, o süreçte sıcak parayı çekti.
Muhalefet, Meclis dışında ve Meclis içinde çok etkisizdi.
İşler, “hane halkı” açısından hayli iyi gidiyordu.
Vatandaş, iyice açılmıştı.
Birazcık imkânı olan, üzerine banka kredisini ekleyerek sıfır ev, sıfır otomobil alabiliyordu.
Bankalar kredi vermekte pek “bonkör”dü.
Vatandaş da, “borç yiğidin kamçısı”dır diyerek krediye asılıyor ve yaşam standardını yükseltiyordu.
İktidar kanadından da, manşetlere çıkan “Harca Türkiye” çağrıları yükseliyordu.
Bu arada, içerideki “meşruiyet” tartışması da kesilmemişti.
Türkiye, ekonomide “büyük ölçüde sıcak para”nın ve özelleştirme –satış “gelirlerinin” etkisiyle “pembe” renge kavuşmuşken...
Din ve vicdan hürriyeti önündeki engeller ortadan kaldırılıyorken...
Yine aynı işler; darbe tehditleri, irtica-laiklik krizleri!
Muhtıra, kapatma davası, laikçilik krizleri, laiklik mitingleri üst üste geldi.
Ülke, “darbe”yi konuşmaya başladı.
“Tehlikenin farkında mısınız?” çığlıkları yükseldi.
Anıtkabir’e şikâyetler arttı.
“Ordu Göreve” pankartları, ve “Menderes’i idam” hatırlatmaları üst üste geldi.
Türkiye, “on yılda bir başına gelen” darbelerin bir yenisinden endişe ediyordu.
Bu tehlikenin, tehdidin ortadan kaldırılması için bütün “demokratik güçler” harekete geçirildi.
“Darbe tehdidine savma” çabasından, darbe endişesinden de…
40 yıl boyunca Devlet’in ve sivil toplumun derinliklerine nüfuz etmiş ve adı sonradan “FETÖ” olacak yapı istifade etti!
Daha doğrusu, Türkiye’yi tam olarak “güdümüne” almak isteyen Haçlı-Siyonist İttifakı!
X
Bundan sonrası, Türkiye’nin “beka” mücadelesine sahne oldu tamamen.
15 Temmuz menfur darbe girişiminin birkaç yıl öncesinden başlayan ve günümüzde de devam eden süreçte, Türkiye’nin Milli Güvenlik anlayışı, tamamen “Kendi göbeğini kendin keseceksin!”e dönüştü.
Savunma alanındaki hamlelerle, ülke güvenceye alınmaya çalışıldı.
İçerideki ve dışarıdaki terörle mücadele operasyonları ile “bölünmenin” önüne geçmek, bilhassa da sınırlarımız ötesinde bir Arz-ı Mev’ud Taşeron Devleti’nin kurulmasına engel olmak için yaman mücadeleler verildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı zamanda Ak Parti Genel Başkanı olarak çok büyük yüklerin altına girdi.
Lider, çoğu vakit tek başınaydı ve “yalnızlıktan” şikayet ediyordu.
Türkiye, çok zorlu bir süreçten geçiyordu ve Ak Parti, bu sürecin “siyasi alandaki” taşıyıcısı olmaktan çok uzaktı.
Bünyeyi “AKP”liler sarmıştı.
“Ömerler” aranıyordu, “Turist Ömerler” ortamında.
Hesabiler aranıyordu, hasbilerin yerine.
x
Lider ile Partisi arasındaki mesafe çok açılmıştı.
Sokaktaki vatandaşların çoğu, “Erdoğan tamam ama Ak Parti’den koptum!” demeye başlamıştı.
Sayın Erdoğan bu süreçte “metal yorgunluğuna” vurgu yapıyor, seçim sonralarında “adayların tespitinde yanlışlıklar yapıldığını” söylüyor, bundan sonra daha dikkatli olunacağının altını çiziyordu.
Teşkilât mensuplarına “kibirden, gösterişten uzak durmalarını” tavsiye ediyordu.
Ne var ki…
Türkiye’nin etrafının iyice kuşatıldığı, yeni bir “Dünya Savaşı” çıkma ihtimalinin günden güne arttığı bir süreçte, Ak Parti’deki kan kaybı devam ediyordu.
Lider’in tek başına taşıdığı bir siyasi hareket haline gelmişti İktidar Partisi.
İçeride güç-iktidar mücadelesi veren kanatlar için harekete geçme zamanıydı.
Bunu denediler.
Kimileri, Sayın Erdoğan’ın kurduğu partiyi ele geçirmeye kalkışınca, Güçlü Lider tarafından devre dışına itildi.
Sayın Erdoğan, kaybedilmiş bir genel seçimden kısa bir süre sonra durumu toparladı.
Bazı seçimlerin sonuçları “yeniden doğuş”un işareti olarak görüldü.
Lâkin, olmadı.
Ak Parti’nin güç kaybı devam etti.
Bu yerele yansıdı.
Yerel seçimlerde büyük yaralar alındı.
Bir sonraki yerel seçimlerde bu yaralar derinleşti.
Bu arada, “sürecin sonuna gelindiğini” düşünen bürokrasi elitleri, “yukarıdan” gelen emirleri savsaklamaya başladı.
Parti içinde, “gelecek” hesapları çok daha fazla yapılır oldu.
Yerel seçim yenilgilerinden sonra “seçmenin mesajının” alındığına ve gereğinin yapılacağına dair güçlü vurgular pek ses getirmedi.
Bu arada, CHP’nin “gelenekselleşmiş yüzde 25’i aşabildiği” görüldü.
Özellikle İmamoğlu, her kesimden oy alabilen bir CHP’li olarak muhalefetin ümitlerini iyice arttırdı.
İstanbul gibi Sayın Erdoğan’ın siyasetteki yükselişinin “remz”i olan bir şehirde, iki seçim üst üste açık ara kazanmak, Ekrem İmamoğlu’nun yolunun iyice açıldığı yönündeki değerlendirmelere güç verdi.
Cüneyt Özdemir misali, “Ak Parti’deki aşağılık kompleksli bazı zatların” çok itibar ettikleri “gazeteciler”, İmamoğlu’na oynamayı tercih etti.
Bu arada, sokaktaki tepkiler iyice yükseldi.
Ak Parti’nin “kalesi” olarak nitelendirilen illerdeki vatandaşlar, “tabandan kopuş”un yaşandığına vurgu yapmaya…
“Recep Tayyip Erdoğan için oy veriyoruz ama…Sabır da bir yere kadar!” demeye başladı.
Ekranlardaki “eyyamcı” tipler, abuk sabuk, üstenci yorumlarıyla vatandaşı iyice kızdırdı.
Faturanın üç kuruş maaşlı emeklilere çıkartılmak istenmesi, tepkileri iyice arttırdı.
Ak Parti’ye ve özellikle de Sayın Erdoğan’a seçimler boyunca destek veren “Anadolu İnsanı”nda kopuşlar dikkat çekti.
İşler, Ak Parti açısından çok kritik bir noktaya geldi.
Ak Parti, böyle bir ortamda kutluyor 23. Kuruluş Yıldönümü’nü.
Çok kritik bir nokta.
Mesele, “Ak Parti’den şunlar gitsin yerlerine bunlar gelsin!” ile halledilemeyecek kadar zorlu.
Gençlik, büyük ölçüde kopuş yaşıyor…
“Beka söylemi”, dünyanın yandığı bir ortamda bile pek fazla tesirli olmuyor.
Bir yanda, peynir ekmek gibi satılan 10-15 milyon liralık konutlardan üçer beşer ayırtanlar...
Diğer tarafta da maaşının tamamı ev kirasına yetmeyen milyonlar.
“Ne yani CHP’mi çözecek bunları, bırak sen de bu lâfları!” diyenler var ama…
Unutmamak lâzım ki, doğru dürüst belediye hizmetinin üretilmediği Ankara ve İstanbul’u feci farklar atarak kazanabildi CHP!.
İstanbul’da Üsküdar,
Ankara’da Keçiören.
Ve dahi birçok yer…
Ak Parti’nin kalesi iken, “iş görmez” CHP’nin yönetimine geçti.
Ve görüyoruz ki…
“Birikmiş SGK borçlarının tahsili” dahil, atılan bütün adımlar ters tepiyor.
Bu arada Ak Parti’ye katılımlar var, malûm.
Vekillerin, belediye başkanlarının vatandaştaki karşılığı ne ki, “transferler” bir “yeniden doğuş hamlesi” olarak algılansın!..
Ak Partiye seçimlerden birinde oy vermiş “en az yüzde 70’lik kitle”, şimdilerde…
Sayın Erdoğan’ın “son döneminde” atacağı adımları, alacağı kararları bekliyor.
Eskiden alınmış ve başka yerlere gitmemiş olan her oy geri gelebilir.
Şu anda hâlâ verilmekte olan oylar da, elden gidebilir.
X
Türkiye’nin Merkez Sağı’ndaki birçok parti, tarih oldu malûm.
Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi…
Bugün de varlar ama yok gibiler!..
Ak Parti’nin önümüzdeki iki yılı, tarih olan merkez sağ partileri arasında yer alıp almayacağını gösterecek.
X
Ben hem Ak Parti’nin hem de diğerlerinin yollarına güçlenerek devam etmelerinden yanayım.
Siyasette rekabet olmalı.
CHP’nin iddiasını arttırması Ak Parti açısından “eğer bunu fırsat olarak görür de, adımlarını ona göre atabilirse” kötü bir şey değildir...
Muhalefetin hamleleri Ak Parti’yi kendisine getirebilecek mi, kısmetse göreceğiz.
AK Parti için “Biz gidersek CHP gelir!”in ekmeğini yeme devri bitti!.
Bundan sonra kazanacaksa da kaybedecekse de, kendi emeğinin karşılığını alacak!