Ahmet Özhan ile söyleşi
Türk sanat ve tasavvuf müziği devlet sanatçısı, oyuncu ve mutasavvıf Ahmet Özhan Bey ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
* Tasavvufla yolunuz nasıl kesişti?
Esprili bir şekilde cevaplayayım sorunuzu, “nahnü kasemna”da kesişmiş. Yani Cenab-ı Hakk'ın mahlukuna verdiği istidatlar platformunda çok küçük yaşlardan itibaren bu konulara kendimi çok hazır ve meraklı olarak buldum. Evimizde öylesi bir ortam vardı. Babam tasavvufla alakalı bir insandı. Okuyan, söyleyen, sohbet eden, konuşan bir insan.... Bazen arkadaşları gelir, sohbet ederlerdi. Bir şey anlamasam da onların sohbeti bana büyük bir keyif verirdi. Ben de bir köşeye sıkışır, oturur, dinlerdim. Tabii bunları ayrıntılı şekilde Ayrılık Yaman Kelime kitabında anlattım. Bir de o yaşlarsa bir hayalim vardı; günün birinde beyaz sakallı bir dede çıkacak karşıma, elini uzatacak, “Hadi Ahmet gidelim” diyecek. Ben de hiç “nereye” falan demeden elini tutacağım ve onunla beraber gideceğiz. Bu hayal çocuksu bir dürtü müydü, yoksa ilhamat-ı Rabbani olarak mı bende ortaya çıkmıştı, onu size bırakıyorum. Netice itibariyle okul hayatı başladı. Edebiyat derslerinde tasavvufla alakalı konulara sıra geldiğinde bülbül kesilirdim. Sonra konservatuara gittiğimde de aynı ilgi devam etti. Dini musiki derslerinde merhum Sabahattin Volkan hoca violasıyla hem çalar hem de bize meşk ettirirdi. O meşklerde tasavvuf müziği diye adlandırdığımız birikimden eserler seçilirdi. Sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne geldim. Orada merhum Ömer Tuğrul İnançer ile tanıştık. Ben konservatuvar, o da hukuk talebesiydi. Haftada iki gün cemiyete giderdim ama cemiyet haricinde de sık sık görüşürdük Tuğrul Efendi ile. Daha 21 yaşında olmasına rağmen çok dolu bir insandı. İlim ve irfan sahibi idi. Ve gerçekten de genç yaşına rağmen çok olgundu. Sanırım ben daha çocuksuydum ama ben de biraz laf ediyor, laftan anlıyordum ki fakiri muhatap kabul etti. İşte o senelerde başlayan dostluk taa 4 Eylül 2022’ye kadar devam etti. Çeşitli platformlarda hep beraber olduk. Yani çalışma sahasında da... Ayrıca Türk Tasavvuf Musikisini ve Folklorunu Araştırma Yaşatma Vakfı'na 1974’te o getirdi beni. Diyeceğim hayatımın her döneminde çok küçükken dahi tasavvuf hep vardı. Müziğiyle beraber vardı üstelik. Ama 1974 senesinde Nureddin Cerrahi Tekkesi’ne gelmemle beraber çok daha kurumsal olarak hayatıma girdi. Çünkü burası tasavvuf musikisi olarak dünyadaki en büyük kaynak mekandır ve kaynak kurumdur. Geldiğim yıllarda burada bir sayfa nota dahi yoktu. Büyüklerimizin ezberindeki ilahilerle meşk, devran ve zikredilirdi. Safer Efendim bir gün bana bir kaset verdi ve “Ahmetçiğim bir yerden başlamak lazım” dedi. Safer Dal Efendi ikinci dönem tasavvuf musikisinin banisidir. Bu böyle biline. O, 1950'li yıllardan itibaren dergahların açık olduğu zamanları görmüş nerede bir zakir başı varsa onların ezberindeki ilahileri büyük makaralı teyplerle kayda almış. Yüzlerce makara kaseti vardı evde. Daha sonra o makaralardan normal kasetlere aktarmaya başlamış eserleri. Tabii zaman içerisinde bazı sesler güfteler deforme olmuş. Zaten meşk edilirken de melodik veya ritim olarak kaymış olan birtakım eserler falan vardı. İşte bana verdiği kaset de onlardan bir tanesiydi. Yanlış anımsamıyorsam Muharrem ilahileri vardı içinde. İşte bendeniz o kasetten itibaren arşivdeki ilahileri notaya almaya başladım. Şimdiki arşivin başlangıcı budur. Sonradan vakfa çok yetkin musiki üstatları geldi. Cüneyt Kosal, Abdi Coşkun, Doğan Ergin, Nihat Doğu, Vahit Anadolu gibi. Muzaffer Efendim’in Amerika seyahatlerine de eşlik etti bu ekip. Ben de solistleriydim. Mesela arşivin oluşmasında Cüneyt Kosal’ın çok büyük hizmeti olmuştur. Yani arşivin dörtte üçünü Cüneyt Kosal yazdı desek yanlış olmaz. Pratik meselesi çok önemlidir çünkü bir eseri notaya almak için. Ben daha çok icrada ve meşkte görev aldım. Cüneyt abi eserleri kasetten kâğıda nakletmede. Ve ayrıca o dönem Cüneyt abi de çok büyük bir tasavvuf musikisi bestecisi nosyonunu ortaya çıkardı. O kadar kaliteli beslerlerdi ki yaptıkları yani Cüneyt Kosal yerine Zekai Dede yazsan her musiki bilen kişi Zekai Dede'ye yakışıyor diyeceği kalitede eserler bıraktı geriye. Böyle velut bir dönem yaşadık. Her pazartesi yapılan meşkte Safer Efendim fakirin önüne 70-80 ilahi koyardı ve bunların yarısı daha ilk defa karşımıza çıkan eserlerdi, fotokopiden yeni çıkmış, notalar bile daha sıcacıktı yani. Cüneyt abi işte öyle seri çalışır, aynı zamanda meşk gecesinde kanunla eşlik ederdi. Hem deşifre hem icra hem de kayıt yapardık. Öyle çok yoğun bir dönem yaşadık 1975 ile 1989 arasında. 14 sene çok yoğun bir tasavvuf müziği çalışması içinde geçti ve bendenizin de fevkalade yoğun konserlerim oluyordu aynı zamanda. Güldeste konserleriyle başlayan bir süreç içerisine girdim. Konserlerden önce Güldeste kasetini yapmıştım. Tercüman gazetesi promosyon olarak çıkarmıştı albümü. Kuponla dağılmıştı ama o zamanın çoğaltma imkânlarıyla milyonlarca dağılmıştır diye tahmin ediyorum. Musikinin yanı sıra bir de seyri sülûk denilen içsel eğitim yaşadım. O güftelerin manası hakkında sohbetler ve tefekkürler geçen önemli bir zaman dilimi. O dönemin aktörlerinden biri de benim işte.
* Tasavvufun hayatınızdaki yeri nedir?
Tasavvuf aslında bir yaşam biçimidir. Dolayısıyla hayatımdaki yeri demeyelim ona, çünkü benim hayatım tasavvufla eş anlamlıdır. Herkes için, sadece benim için değil. Tabii ki Cenab-ı Hakk'ın kulunu nasıl görmek istediğiyle, muradıyla alakalı bir mesele. Herkeste böyle olmayabilir. Tasavvuf denilen şey, İslam'ın hakikatinden ibarettir. İslam'ın yanı sıra bir şey değildir yani. Tasavvuf, Muhammedî bir yaşam biçimidir. Onun için ben onun içinde ne kadar olabilirsem, Allah indinde o kadar kulluğumu yerine getiren bir insan olmuş olabilirim ancak. Onu da böyle cevaplayayım.
* Tasavvuf ve musiki ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Önce musikinin tarifini yapalım sonra tasavvufla nasıl bir ilişki içinde olduğunu dillendirelim.Musiki Cenab-ı Hakk'ın musavvir sıfatından açığa çıkan bir letaiftir. Bunu birtakım izahlarla yapmışlardır. Ne demişlerdir? Eles bezminde Cenab-ı Hakk'ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine bütün yaratılmış kulların ruhları tarafından “beli,” “evet sen bizim Rabbimizsin” cevabını musiki olarak altını çizmişlerdir. Musiki, Cenab-ı Hakk'ın cemal sıfatından açığa çıkan bir özelliktir. Musiki, ruh lisanıdır. Ruh, musikiden çok etkilenir. Çünkü orada ruhun yaratılışındaki esrar vardır. Bu melodik lisan, melodi frekanslardan oluşur. Nasıl ki söz, harfler, ses vasıtasıyla bir frekansla karşıya manayı iletiyor ise melodiler de bir manayı karşı tarafın ruhuna iletirler. Ama hangi melodi? Yani hayra vesile olan melodi. Onu ayırmak lazım. Şeytana vesile olan, şeytanın eline malzeme olan şeyleri insanlar kendi izafi varlıklarından ortaya çıkarmışlardır, nefislerinden ortaya çıkarmışlardır. Onun için musiki tasavvuf ritüelleriyle, koreografileriyle ve tasavvufun derinlemesine manasını açığa çıkarmakla çok ciddi bir argüman olarak kullanılır hale gelmiştir. Yani Nutku Şerif'in içindeki öz manayı, tam onun özelliğini kavrayıp karşı tarafa taşıyıcı güce sahip olan nedir diye söylenirse, sözden ziyade melodidir. Tesir eder. Onun için ikisi bir arada fevkalade etkilidir. Bütün Turuk-ı Aliyye'nin mukabelelerinde, yani zikir meclislerinde musiki vardır. Musiki hayatın her veçhesinde vardır. Doğarsın mevlit okunur, çünkü onda musiki vardır. Mesela Osmanlı zamanında ilahi alayları varmış. Çocuklar okula ilahi alaylarıyla giderlermiş. Bunlar hem duadır hem de çocukların manevi motivasyonunu üstte tutmak için yapılmış organizasyonlardır. Sonra işte nişanlarda, düğünlerde musiki yine söz konusudur. Mesela sonra netice itibariyle ölürsünüz, mezarınızın başında da Kur'an-ı Kerim okunur. Efendim akşama eve gidilir, ilahiler okunur, mevlit okunur, aşr-ı şerifler okunur ve gördüğünüz gibi burada musikisiz bir alan yoktur. Musiki beşikten mezara kadar bizim kültürümüzde hayatımızın her safhasında vardır.
Hayatınızdaki en önemli dönüm noktaları hangileridir?
Birçok kırılma noktam var elbette. İşte ortaokul, lise falan dedikten sonra mesela İstanbul'a konservatuvar için gelişim İlk kırılma noktasıdır diyebiliriz. Orada konservatuara intisap edişim. Recep Birgit'i tanımam. Sonra onun beni Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne yönlendirmesi. Ve Üsküdar Musiki Cemiyeti'nde rahmetli Mehmet Ali Hevenk ağabeyle tanışmam. Onun bana plak teklif etmesi. Bu beni mesleki açıdan yönlendirmiştir. Neticede onunla birlikteliğim, profesyonel hayata adım olarak neticelenmiştir. Ve yine Üsküdar Musiki Cemiyetinde Tuğrul Efendi ile tanışmam ve onunla da Karagümrük’ü bulmam… O da benim manevi hayatımdaki yönlenmemi oluşturmuştur. En büyük kırılma noktası olarak, dönüm noktası olarak Üsküdar Musiki Cemiyeti ve oradan hem profesyonel hayat hem de tasavvufi hayatımın kurumsallaşması ve ilerlemesi olarak bunu cevaplayabilirim. Sonraki hayatımızda tabii şan, şöhret gibi birtakım olayların oluşması ve az önce anlattığım Karagümrük’teki çalışmalarımızın yoğunlaşması. Konserler, bunun yanı sıra sohbetler, konuşmalar ve Kültür Bakanlığı tarafından Tarihi Türk Müziği Topluluğu’nu kurmakla görevlendirilmem, o da bir kırılma noktasıdır. Bunun kurumsallaşarak devlet bünyesinde bir yer bulmuş olması, o da çok önemlidir. Çünkü bu işler Cumhuriyet'le beraber ötelenmiş, itelenmiş işler olduğu için devletin sahiplenmesi ilmi anlamda önümüzü açtı. Yirmi beş sene de orada görev yaptıktan sonra emekli oldum. Ondan sonra da işte Tuğrul Efendi'nin ahirete intikaliyle beraber Türk Tasavvuf Musikisini ve Folklorunu Araştırma Yaşatma Vakfı mütevelli başkanlığına atanmam. İşte hayatımdaki kırılma noktaları…
Muzaffer Ozak Efendi’nin gençlerle ilişkisi nasıldı?
Özak değil, Ozak. Bunu çok yanlış yazıyorlar her yerde. Ozak bir Orta Asya boyunun ismi. Efendimin Türk oğlu Türk olduğunun da delilidir. Çünkü kendisi Ozak soyundan. Muzaffer Ozak Hazretleri'nin her kesimle çok üst seviyede bir irşadi münasebeti vardı. Yaşlısıyla da kadınıyla da erkeğiyle de çocuğuyla da Müslümanıyla da gayrimüslimiyle de yani Resulü Kibriya Efendimizin tarzı neyse Muzaffer Efendim aynı şekilde insanlarla ve bütün mahlukatla ilişki kurardı. Tabii ki gençler için ileriye matuf bir ümit beslemelerinden dolayı onların yetişmeleri konusunda çok daha titizlenirdi, çok merhametliydi. Çünkü yarınları emanet edeceği insanlar gençlerdi netice itibariyle. Kısaca cevaplamam gerekirse, Resulullah Efendimiz nasıl sokakta oynayan çocuklarla da diyalok kurduysa, nasıl kendi evlatlarının arkadaşlarıyla kendi evladıymış gibi ilgilendiyse, Muzaffer Efendim de müşfik bir şekilde temas kurardı. Şöyle bir anekdotu aktarayım. Bir gün Resulü Kibriya Efendimiz hutbedeyken, çocukluk çağlarında olan Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Enes hep beraber Efendimizin hutbeyi irat ettikleri mecliste koşturuyorlar. Efendimiz onlara tebessümle bakıyor. Ve hiçbir şekilde kendisinde bir asabiyet hali gözlenmiyor. 1980'li yıllarda Amerika'daydık. Oradaki dergahımızın mescidinde Cuma günü Muzaffer Efendim hutbedeydi. Bir küçük çocuk durmadan koşuşup yaramazlık yapıyordu. Muzaffer Efendim hiç sesini çıkarmadı. Halbuki şu çocuğu biraz teskin edin de lafımızı bitirelim diyebilirdi ama hiç sesini çıkarmadı. Sonra hutbe bitti, namaz kılındı lokmaya oturduk. Orada “Resulullah Efendimizin mescidi bugün burada canlandı” dedi. O mescitte de çocuklar oynardı ve Efendimiz onlara tebessüm ederlerdi. İşte çocuklardan delikanlılara kadar gözleri dolarak merhamet gösterir, onlara yardımcı olurdu. Talebelere de ayrı bir ihtimam gösterirdi. Mesela kendisi de küçüklüğünde mollalık yaptığı için kitapçı olması itibariyle dükkâna gelen talebe mollalara, ne kitap istediğini sorar. Onların ne isteyeceğini genelde bilirdi ve o kitapları genelde oturduğu yerin hemen arkasındaki rafa koyardı. Oradan çıkarır, verirdi talebelere. Çocuk paraya davranır, “benim hediyem olsun” der. Ama çocuk eve gidip de kitabı açtığı zaman günün en etkin parası neyse ondan bir tane bulur. Kitabı hediye ettiği gibi içine harçlık da bırakırdı. İşte Efendimin gençlerle olan münasebeti böyle. Yani deryadan bir katre, güneşten bir zerre olarak söylüyorum. Yoksa Efendimi bu kadarla anlatmak mümkün değil.
* Dünyevi zevklerin arasında kaybolan gençlere ne önerirsiniz?
Gençlerle önce dost olmaya çalışmak lazımdır. Birdenbire bunu yapma, şunu yap derseniz zaten tesir etmez. Eğer istidadı varsa kuzu kuzu yanına gelir, senin yanından ayrılmaz. Ona bir şey söylemeye bile lüzum yok. O sana yanaştıysa zaten her şeye razıdır. Bırakması gerekene de razıdır, alması gerekene de hazırdır. İrşadi yaklaşım biçimi de öyle olmalı. Önce kendini sevdireceksin. Zamane gençliği falan diye iteleyerek, öteleyerek onlarla mesafeyi açar isek, muvaffak olmamız mümkün olmaz. Eğer bize ilk hatamızda burada tekme tokat girselerdi hangimiz kalırdık? Nice hamlıklarımıza, nice yanlışlarımıza, nice ayıplarımıza göz yumdular. Ne olursa olsun, gençler yanlış yapmaya açıktırlar. Peygamber Efendimiz hepsini huzuruna kabul etti. Ve hepsi de onun bu bağışlayıcılığı, bu güzel cemali, tatlı sözü, güler yüzüyle dünyanın geçici lezzetlerinden vazgeçtiler. Bugün de bizim zamane gençleri yaramazlık yapabilirler ama biz mutlaka bir yolunu bulup onlarla diyalog kurmalıyız. Çünkü gençlerin özünde var bu. İki kuşak geriye gitsen ya derviş, ya hacı, ya şehit vardır. Bizim milletimiz bu kardeşim. Ve genetik olarak da o özellik onda vardır.
İrşat ne demektir? Aydınlatmak demektir. Kendi hakikatini görmesine yardımcı olmak demektir. E bunları yapmadıktan sonra ne işe yaradı? Medrese ile dergah arasındaki fark böyle oluşmuş. Dergahta şefkat var, sevgi var. Medresede daha ziyade didaktik ve daha ciddi bir ortam var. Ama dergahta muhabbet var. Yani olması lazım olan bu. O zaman İslam'ın hakikatiyle meşgul olan kişi, hadi ona derviş diyelim, derviş için bütün mahlukata hizmet, halifetullah olan insana ayrıca tazim esastır, yakışan budur. Ve dün bir kişiyi hangi halde görmüş olursan ol, ertesi gün ona dünkü hali üzerinden muamele edemezsin. Her an yeni bir şan alıyor. Dün öyleydi bugün nasıl bilmiyoruz. Sen bugün ona tertemizmiş gibi yaklaşacaksın. Onu dünüyle yargılamayacaksın. Biz bugün böyle oluyoruz da yarınımızı bilmiyoruz. Allah muhafaza. O yüzden bir de geçmişiyle hiç kimseyi yargılamak caiz değildir. Efendimiz çocuğunu kuma gömen, şarap içen, onu yapan, bunu yapan, insan katleden kişileri dahi dünleriyle yargılamadı. Bütün mesele onlar iman ettikten, İslam olduktan sonraki halleri. Sonra bir de Cenab-ı Hak, kulum günah işler, yanlış yapar, asi olur ama sonra farkına varır, tövbe eder ve bir daha o günahları işlemez ve ben onu, o günahları hiç işlememiş farz ederim. Cenab-ı Hak bu bağışlayıcılık içerisindeyken, Peygamber Efendimiz bu meşrep içerisindeyken ve evliyaullah hazeratı hep öyle davranmışken bize de yakışan bunu devam ettirmek.
Hz. Mevlâna’nın Menakıbü’l Arifi'nde nice nice kısalar var. Gençlerle olan muhabbeti, ikramı oku oku bitmiyor. Bir gün bir medreseden tanıdığı bir delikanlı sabahın çok çok erken bir saatinde Hz. Pir sokaktan geçerken beliriyor. Sonra ortadan kayboluyor çocuk. Ertesi gün mecliste bir araya geldiklerinde “ben sabah seni gördüm ama sonradan kayboldun, nereye gittin” diye sual ediyor. Çocuk, “Ya Hüdavendigar rüyadan dolayı gusül icap etmişti. O vaziyette sizin huzurunuza çıkmaya edep ettim” deyince Cenab-ı Mevlana'nın cevabı “Bizim nazarımızı sudan daha mı az temizleyeceği bilirsin”. Onların nazarları tathir edicidir. Yani temizleyicidir. Yine bir gün Hz. Pir Efendimiz medresenin terasında gece gençlerle ders yapıyor, sohbet ediyor. Derken bir tanesi uyudu uyuyacak. Başı düşüyor Hz. Pir’in dizine ve uyuya kalıyor. Çocuk kendi kendine uyanana kadar Hz. Pir çocuğu uyandırmıyor. Hatta yüzüne güneş çarpmasın diye eliyle koruyor çocuğu. Böyle olması lazım. Kim ne olursa olsun. Sarhoşla değil derdimiz, sarhoşlukla. Zaniyle değil derdimiz, zina ile. İnsanlar yapar, sonradan Allah gönüllerine bir ayrılık verir, bir daha da tenezzül etmezler, Allah da onu affeder, geçer gider. Bizim de bu şekilde insanlarla, özellikle o zamanımızın tatlı yaramazlarıyla bu şekilde diyalog içerisinde olmamız lazım. Rabbim bütün bunları bize kolaylaştırsın.