Ahmet Haşim şiiri üzerine
Şiirde Musiki
Ahmet Hâşim’in şiirlerinin
geneline baktığımız zaman geniş bir kelime hazinesine sahip olduğunu görüyoruz.
Bu hazineye sahip oluşunun yanı sıra Arapça ve Farsça dillerine de hâkimiyeti
dikkatlerden kaçmıyor. Tamlamaları kullanmadaki ustalığı, kelimeler ile adeta
raks edişi, bir yandan da kelimelerden yeni sesler çıkararak bizi de bu raksa
davet edişi ne kadar usta bir şair olduğunun göstergesidir. Şiirde oluşturduğu musiki
bir anda bizi kendine çekiyor. Bu öyle bir musiki ki, gecenin en muhteşem
deminde ay ışığının altında ruhumuzun sessizliğine tercüman olan kadife bir
kalbe dokunuyormuş hissini bize yaşatıyor. Ki Hâşim'in kendisi de Piyale'nin girişindeki Şiir
Hakkında Bazı Mülahazalar bölümünde: "Oysa şair ne bir gerçek
habercisi, ne bir güzel ve etkileyici konuşan insan, ne de yasa koyucudur.
Şairin dili, “düzyazı” (nesir) gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere
var olmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın ortalama bir
dildir." diye belirterek bu konuya açıklık getiriyor.
Ahmet Hâşim,
şiirlerinde dönemine ışık tutmak yerine evrensel şiirin ne olduğunu bize
öğretmeye gayret ediyor. Bu yüzden şiirlerinde sosyal mesajlar kaygısı duymadan
şiirin kendi iç sesini duymaya ve duyurmaya çalışmıştır. Bunu da en iyi şekilde
okuyucusuna hissettirmiştir. Hem şiir yazan hem de şiir okuyan günümüz insanına
kadar uzanan bir etkisi olduğunu inkâr edemeyeceğimiz Hâşim’in şiir anlayışında
musikiyi temel almasının en önemli nedeninin hocası Ahmet Hikmet’in bir derste
söylediği: “Şiir ancak kullanılan güzel kelimelerin yardımıyla ve ahenkli
kafiyelerin sayesinde tatlılaşarak mantığın haricinde bir eda ile hakiki bir
şiir olur.” sözü olduğunu söyleyebiliriz.
Az Sözle Çok Anlam
Ahmet Hâşim,
şiirlerinde kelime kalabalığından ziyade az söz ile çok derin anlamlar vermeye
ve kelimelerle oluşturduğu ahenk neticesinde okuyucunun kulağına, kalbine ve
ruhuna hitap etmeye çalışır. Eleştirmenlerden ziyade okuyucunun şiirin hakiki
anlamına vakıf olabileceğini kabul eder. “Şair
burada ne anlatmak istemiş?” sorusunun yerine her okurun, şiirin gizemini
kendi ruhunun derinliğinde bulmasını murat eder. Okuyucunun okuduğu şiirde şairini
bulmasını istemez, bilakis okunulan her şiirde ayrı ayrı okuyucunun kendisini
bulmasını bekler. Bu anlamda da şairin temel prensibinin kendini elevermesi
değil, okuyucunun kendisini bulabilmesine ışık tutması olmalıdır. Meseleye bu
açıdan baktığımız zaman, şiir ile okur arasında bir tılsımlı köprü kuran şair,
istediği şey her neyse, işte tam da onu okuyucunun bu köprüden geçerek keşfe
çıkıp kendisinin bulmasını arzular.
Şiiri gereksiz
uzunluklardan kurtararak durması gerektiği yerde bırakır ve anlam bütünlüğünün
sağlandığı yerde kelime israfına girmeden şiirin hakkını teslim eder. Ona göre
şiir, uzun veya kısa gibi tanımlamalardan ziyade, olması gerektiği kadardır.
Birilerinin ne dediğine bakmadan şiirin kendisini tamam olarak gördüğü yerde
bırakmasını bilmiştir.
Melankoli ve Umudun Şairi
Melankolik bir
şair olan Hâşim, sanki intiharı göğsünde bir nişan olarak taşımış gibi yaşamıştır.
Ölmek, şiirinin ifadelerindeki derinlik bu durumu biraz ele veriyor: “Firâz-ı
zirve-i Sînâ-yı kahra yükselerek / Oradan, / Oradan düşmek ölmek istiyorum
/ Cevf-i ye’s âşinâ-yı hüsrâna…” Kelimelerin ahengi ve anlamı o kadar
derin ki, şiir; kelimesi, tamlaması, musikisi ve anlamıyla bir bütün
oluşturuyor. Her şiiri ayrı bir inceleme ve değerlendirmeye tabi tutulacak
şairdir Ahmet Hâşim. Bu dizeleri ona yazdıran ise his dünyasındaki melankolik
halinden öte bir duygu olmasa gerek.
Hayatının
genelinde hep bir hüzün olan Hâşim’in Anadolu’da gördüğü resim şiirlerine ilham
olmuştur. Hüznü acıyla yoğrulan bir yürekten başka kim daha güzel
yorumlayabilir ki? Bu anlamda acıdan aldığı ilham ile güçlü imgelerin şairidir
Ahmet Hâşim.
Kimi şiirlerinde
yaşadığı aşkın ne kadar platonik olduğunu öyle ele veriyor ki, ele vermekten
ziyade açık bir yüreklilikle dile getirmekten çekinmiyor. Bu halini dile
getirmedeki cesaretini çevresindeki insanlara anlatmaktan da geri durmazken
ancak o aşkın muhatabına zarar verebileceği gayesiyle naif bir edayla her dem
geri durmayı tercih ediyor ve kendini en büyük yoldaşı ve sırdaşı olan gecenin
koynuna bırakıyor.
Her ne kadar Ahmet
Hâşim denildiği zaman aklımıza gece, karanlık, melankoli, gam, hüzün, hüsran,
hicran geliyor olsa da aslında hep bir ziya, bir ışık bulmanın umudunu ruhunda
gizli tutmuştur. En karanlık gecelerde dahi aya sığınması da bundandır.
Gece ve ay
birbirini tamamlayan iki tema olarak karşımıza çıkıyor Hâşim'in şiirlerinde.
İmgeleri de bu temalar üzerinden verirken kelimedeki ustalığı gözlerden
kaçmıyor.
Aşk dolu bir yürek
taşımış olsa bile sonunda bütün kapıları hüsrana açılan Hâşim, bir hastalığın
kollarında ruhunu teslim etmiştir. Hayatı da şiirleri gibidir ve yaşaması gerektiği
kadar yaşamış ve kırk altı yaşında hayata gözlerini yummuştur.
Ahmet Hamdi
Tanpınar ile Ahmet Kutsi Tecer’e vefatına yakın bir zamanda söylediği “Şairlerin
en garibi öldü.” sözü hayatının en sade ve hakiki cümlesidir. Doğumu
net olarak bilinmemekle birlikte 4 Haziran 1933 tarihinde Kadıköy’de vefat
ettiği kayıtlara düşmüştür. Kabri ise Eyüp Mezarlığındadır.
Empresyonist ve
Sembolist şiirin temsilcisi ve müphemliğin şairi olan Ahmet Hâşim’in Piyale ve Göl Saatleri isimli iki şiir, Gurabahane-i
Laklakan ve Bize Göre isimli iki
deneme, Frankfurt Seyahatnamesi isimli
gezi yazısı türünde bir kitabı bulunmaktadır.