Ahmet Haşim
4 Haziran 1933’te içimizden bir şair geçti. Bağdat doğumlu idi. İmparatorluk coğrafyasını tahayyül edince hayıflanmamak mümkün değil. Ahmet Haşim, o büyük coğrafyanın edibi, sanatkârı ve şairi idi. Aldığı eğitimin yanında Fransızcaya hâkimiyeti onu estetik yönü güçlü bir sanatkâr yapmıştı.
Sosyal meselelere sessizdi. Bağırmayan ama sesini insan ruhunun derinliklerine bırakan bir şairdi. Ahmet Haşim’in şiire bakışı hep farklıdır. Sanatın yüksek bir gaye taşıdığını, taşıması gerektiğini söylüyordu. İnce ruhlu idi. Kavgacı olmamıştır. “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz.” derken de aslında insan ruhunu yeniden ve bambaşka bir bakışla tahlil ediyordu. Çağımızın insana sunduğu imkânları düşününce hayatımızın kolaylaştığını sanıyoruz. Oysa bu imkânların bizden aldığını, bizi nasıl yalnızlaştırdığını konuşmuyoruz, bunu görmüyoruz. Konfora çakılıp kalan ve sürekli irtifa kaybeden bir ruhumuz var. Merhametsiz bir hayatta yalnız bırakılan bir kalbin susuz kalan balık misali çırpınışını kim görüyor? Kim şifa olur yakınındakine? Ahmet Haşim’in şiirlerini okuduğumuzda onda da bu yalnızlığı görürüz.
Şi‘r-i Kamer serisi ile Hilâl-i Semen şiiri ile Haşim, tam da anlatmaya çalıştığımız o boşluğu anlatır ve çocukluğuna sığınır. Ondaki güvensizliğin sebebi insanın çocukluğundaki masumiyeti kaybetmiş olmasındandır. Kırmaktan çekindiği gibi, kırılmaktan da çekinen ve korkan bir hâli vardır. Biraz da huzursuzluğunun sebebi budur. Çoğu şeyden uzak kalışını, kalabalıklara girmeyişini anlayabiliyoruz. Dost seçiminde endişelidir.
Ahmet Haşim, annesine sığınır. Ruhunu onunla geçirdiği zamanlara teslim eder. “Annemle karanlık geceler ba’zı çıkardık;/Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık” dizelerine yansıyan korku ve endişe Haşim’i her zaman takip etmiştir. Kabuğuna çekilen şairinin, içten seslenişi, belki imgelere sığınışı da bundan. Ruhunun savunmasız oluşu ondaki korkuyu artırmıştır. Çocukken annesini kaybetmiş olması, yatılı okuması, İstanbul’a gelmesi, Türkçesinin iyi olmaması gibi sebepler sanatına da yansımıştır. Kapalı bir dili tercih nedeni, sembolistlerden etkilenişi, şiirin açıklanmasını, yorumlanmasını istemeyişinin altında bu sebepler yatıyor denilebilir. Haşim, hep kendine ait bir dünyada kalmayı yeğledi. Aşkını bile içinde yaşadı, açıkça yazamadı, hayalî bir sevgili anlatır gibi anlattı. Çöküntüler içindedir, bedbin bir ruh taşır. Sosyal yönden zayıf olan Haşim, kederlidir, yalnızdır. Biz de biraz Haşim’in ruhundan izler taşısak, edebî hassasiyetini benimseyerek yalnızlaşsak.
Ahmet Haşim’in hayatı ve şiir sanatından günümüze çokça çağrı var aslında. Biraz kulak vermek gerekir diye düşünüyorum. Onun yalnız kalışını tasvip ederiz veya etmeyiz ama bir gerçek var ki hayır demek mümkün değil. Sanat, bağırıp çığırmakla, kalabalıklara karışmakla olmuyor. Haşim’ce bir yalnızlığa, kurguya, derinliğe, hayale, hassasiyete ihtiyacımız var. Haşim’in İstanbul sokaklarında tek başına gezdiğini okuyoruz. O, aşkına kavuşmayı değil, onun hayaliyle yanıp tutuşmayı seçmiştir. Ateş renginde kayboluşu boşuna değildir. Onun şiirlerinde ateşin, kızıllığın yeri başkadır. “Gerçi ömrüm benim bir ateşti.” dizesinin sahibi Haşim’i çokça okumak, anlamak lazım.
Ahmet Haşim’in “O Belde”de dile getirdiği, “Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz/Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz/Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı” hayali ile “Yollar” şiirindeki ruhunun seferini anlattığı, “Yollar/Ki gider kimsesiz, tehî, ebedî,/Yollar/Hep birer hatt-ı pür-sükût oldu/Akşamın sîne-î gubârında.” dizelerini çok ama çok anlamaya, dinlemeye ihtiyacımız var. Hepimiz kendi ateşimizde yanıyoruz, hepimiz Haşim’ce bir sesin peşinden koşarak ufku yakalamaya ömür veriyoruz. Ruhu şâd olsun Haşim’in.