Ahlak ve ihanet arasında
Önceki yazımızda İslam Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (sav) döneminde yaşanan bir hadiseyi aktarmıştık. Olayda, Tu’me adında Medineli bir Müslüman, Katade adındaki diğer bir Medinelinin zırhını çalıyor. Tu’me çaldığı zırhı Yahudi olan komşusu Zeyd b. Semin’e emanet bırakıyor. Katade aramalar sonunda zırhı b. Semin’in evinde bulduğu için onu hırsızlıkla suçluyor, fakat Zeyd zırhın Tu’me tarafından kendisine emanet olarak bırakıldığını söyleyince olay şahitlerle birlikte Resul-i Ekrem’e (sav) intikal ediyor.
Hz.
Peygamber (as) tarafları dinledikten sonra Yahudi’nin hırsızlık yaptığına dair
karar vereceği sırada Nisa 105-115. Ayetleri nazil oluyor ve ayette Müslüman
Tu’me’nin suçlu, Yahudi b. Semin’in ise suçsuz olduğunu ilan ediyor. Müslüman
olan Tu’me, “Beni bırakıp da Yahudi’yi savunan bu din olmaz olsun!”
diyerek Mekke’ye kaçarak asıl kişiliğini ortaya koymuş.
Olay kısaca
böyle, lakin olayla ilgili inen ayetler ve bu ayetlerden çıkarılacak dersler
kütüphaneler dolusu kitaplar yazmayı hak ediyor.
Öncelikle
ayetlerde bütün çağlara, bütün toplumlara ışık tutan ifadeler, kavramlar,
işaretler, ilkeler var.
Mesela ilk
ayette, imanî/itikadî bir sorun olmadığı halde Müslüman olup hırsızlık yapan Tu’me
için “hain” diyor Rabbulalemin.
Bu çok ağır
bir söz!
Ağır ama o
kadar da hakikat barındıran bir söz bu, çünkü mü’min olmakla “emin” bir
şahsiyet olacağının sözünü vermiş oldu Tu’me ve buna bütün tanıdıkları ile
birlikte benliğini şahid kıldı. Ama gelin görün ki bu şahidliklerden, verdiği
emin/emniyetli, dürüst adamlık sözünden dönünce Cenab-ı Allah buna “ihanet”
dedi ve Resulüne de bu haini savunmaması için uyarıda bulundu:
Sakın
hainleri savunma, onlara arka çıkma!
Bu uyarı ile
Allah cc şu mesajı veriyor; iman etmek suretiyle insanlara güvenilir bir
Müslüman-insan olacağını ilan edenler, suça/günaha bulaştıklarında pişman olup
işledikleri günahtan/suçtan tevbe ve istiğfar ile döneceklerine, üstüne üstlük
gidip suçu masum insanlara yüklemek suretiyle hakikat, doğruluk, dürüstlük olan
davasına ihanet ediyorlar. Bu da;
İman-eminlik-güven/ir/lik
zedelenmesi olduğu için imanı suiistimal hem de mü’min kisvesi ile Müslümanlığı
istismar olduğu için çok daha ağır bir vebal anlamına geliyor.
Çünkü Tu’me bin
Ubeyrik ve yakınlarının olay sürecinde yaptıklarına baktığımızda;
Müslüman
oldukları için hukukun/şeriatin, daha açıkçası hukukun icra makamında bulunan
Hz. Resulullah’ın kendilerini kayıracağını düşünmüşlerdi. Nasıl olsa karar
verecek merci “bizimki” olduğu için haksız olsak da Hz. Muhammed bizi
bir Yahudi’ye tercih edecek değil ya, diye düşünüyorlardı.
Hırsızlık
vakası olmasa bile onların böyle düşünmeleri bile büyük bir yanılgı, ağır ve
çirkin bir hastalık halidir. Kur’an-ı Mubin, inen ayetleri vasıtasıyla bu
hastalıklı bünyeye büyük bir neşter vurarak, bu marazı “Müslüman bedenden”
söküp atmıştır.
Bunun adı da
Kur’an Ahlakı’dır.
Kur’an Ahlakı
doğruluk, dürüstlük, güven, yardımlaşma, dayanışma, mazlum ve mağdurun yanında
olmaktır.
Kur’an Ahlakı
yakınlarının hatta insanın kendisinin de aleyhine olsa adaletten şaşmamadır.
Kur’an-ı kerim bize şartlar ne olursa olsun erdemi, adaleti, hakkaniyeti temsil
etmemizi ve bu değerlere göre yaşamamızı emreder.
Ya biz?
Biz Tu’me b.
Ubeyrik’ten çok mu farklıyız? Ahlakı kadınların giyimlerine indirgeyen, kadın
denince aklına ahlak, ahlak denince aklına kadın gelen biz Müslümanların durumu
Tu’me’den çok mu farklı?
Biz “Mekke’ye
kaçmıyoruz” diye kendimizi Tu’me’den beri görsek bile durumunu Allah’ın
üzerimizde gördüğü ahlak ile bağdaştıran kaç kişi var?
O zaman asıl
mevzumuza gelelim?
Son din,
Son Kitap,
Son
peygamber bizim;
İslam,
Kur’an,
Hz. Muhammed
as bizim iman ettiğimiz din, kitap ve peygamber değil mi?
O zaman
eksiklik ne ve nerede?
Bunu anlamak
için ahlakın ne olduğunu,
Ahlakın
kaynaklarını ve ahlakın birey ve topluma yayılmasını sağlayacak faktörleri
sadeleştirerek, her okuyan için anlaşılır bir dille anlatalım.
Devam
edeceğiz inşaallah.