Ahlak ı̇kbale kurban gı̇ttı̇
Gençlik yıllarımızda marşlarımızda, “Filistin’den, Filipin’den, Eritre’den Moro’ya…” diyorduk, sohbetlerimizin konusu dünya mazlumları idi, emperyalizm idi, ümmetin içinde bulunduğu sorunlar ve bu sorunlarla mücadele idi.
Tartışmalarımız genellikle, “Coğrafyamızı talan eden Batı ahlaksızlığı” üzerine idi.
Ya şimdi?
Şimdi aynı hassasiyetlere sahip miyiz?
Müslüman dünyanın hali sohbetlerimizin konusu oluyor mu?
Maalesef, artık derdimiz değişti; tersyüz oldu önceliklerimiz. Şimdilerde mazlumların içinde bulundukları durum için, “A canım onlar da adam olsunlar biraz” diyoruz. Yani, mazlumlar artık bizi pek de ilgilendirmiyor.
Çünkü dünyamız değişti; paraya tamah, ihtiras boyutunda mal ve makama düşkünlük fikrimizi de zikrimizi de felç etti. Fikri değişenin çabası/cehdi de değişir. Değişen dünyamızda, “Hazır imkân varken bu imkânı kaçırmamak lazım” diyor nefsimiz ve tekasür için ölümüne çırpınıyoruz.
Artık Doğu Türkistanlıların Çin zulmünden çektikleri acılar gündemimizi meşgul etmiyor. Diyelim ki vicdanımız dile geldi ve sordu: “Doğu Türkistanlılar için ne yapabiliriz?”
Hiç tereddüt etmeden ve düşünmeden, “Hiçbir şey yapamayız! Türkistan, Çin nerede biz nerede!” diyerek vicdanımızın ağzını yedi düğümle kapatıyoruz.
Filistin’in derdini dert edinmiş, Filistin meselesini Müslümanların haysiyeti olarak görmüştük. Dolayısıyla payımıza düşen bu haysiyeti ayaklar altına aldırmamak için mücadeleyi sürdürmek, bıkkınlık göstermemekti. Öyle yapmadık, hassasiyet küçülünce biz sorunu daralttık. Önce Gazze ile daha sonra Kudüs ile şimdi de Mescid-i Aksa ile küçülterek dondurduk derdimizi. Medyamız da eskisi gibi Filistinlilerle ilgilenmiyor. Bazen Mescid-i Aksa’lı haberler izliyoruz o kadar.
Paraya, mala, makama olan düşkünlüğümüz bütün hassasiyetlerimizi erozyona uğrattı.
Allah’tan korkmuyoruz!
Çünkü -affedilmezsek bile- O’nun (cc) vereceği cezayı sadece ahirette çekeceğimize inanıyoruz. Yani “uzak” bir cezadan dolayı “yakın”daki menfaati göz ardı edemezdik, etmedik de.
Mal bulmuş Mağribî tam da bizmişiz meğer; girmediğimiz günah, yemediğimiz haram, çiğnemediğimiz “kardeş eti” kalmadı. Bilirsiniz, yenilen hiçbir gıda midede durmaz. Yediğimiz haramlar da midemizde durmadı bütün vücudumuza yayıldı. Her organımız gibi beynimiz de yediklerimizden payına düşeni aldı. Ne de olsa yediklerimizin en büyük payını her zaman ve herkeste olduğu gibi beynimiz alıp kullanacaktı. Artık beynimiz de yaktığı enerjiyi yediğimiz bu haramlardan alıyordu.
İnancımız, düşüncemiz de kirlenecekti kaçınılmaz olarak. Haram gıda ile beslenen beyin nasıl temiz fikir üretebilirdi ki?
Bir kardeşimizle sohbet ediyoruz;
“Ağabey, eskiden bir Müslümanın dedikodu yaptığını duyduğumuzda hayretler içinde kalıyorduk. Bir Müslümanın harama bulaştığını duyduğumuzda hayret ediyorduk. Ama şimdi öyle bir alıştık, öyle kanıksadık ki…”
Çünkü kuldan da utanmıyoruz.
“Kim yapmıyor ki?” diyoruz.
Yani günah-haram demeden yaşayan insanların, mala tamah eden insanların varlığını kendimiz için günahı-haramı meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak görüyoruz.
İşte tam da bundan dolayı utanma duygumuz ağır hasar aldı. Hepimiz, “Tencere dibin kara, seninki benden kara” deyip “Karalar” ortaklığını kuruyoruz.
Utanma duygumuz, haya’mız vardı. Haya ederdik hatalarımızdan dolayı, yüzümüz kızarırdı, terlerdik bir günaha, ahlaka mugayir bir kusur işlediğimizde.
Yüzün kızarması insandaki haya duygusu ile alakalıdır. Şimdi kızaran bir yüze sahip olana ahmak diyoruz.
“Haya imandandır, iman cennete götürür, hayasızlık cefadandır, cefa ise cehenneme götürür” diyordu Fahr-i Kâinat Efendimiz (SAV). Ve "Her bir dinin kendine has bir ahlakı vardır. İslam'ın ahlakı hayadır" diyerek bize utanma duygusunu terk etmemiz halinde başımıza gelecek felaketi haber veriyordu.
İşte tam da haber verilen o felakete uğradık. Haya ile ilişkimiz kesildi, utanma ile bağımız koptu ve Müslüman ahlakı ile aramıza mala-mülke düşkünlük girdi.
Bundan sonra mı?
Felakete koşanlar toplumlarını belalardan kurtaramaz.