Ahlak, etik ve estetik
İnanç, ahlak üzerindeki etkisini yitirirse yozlaşma kaçınılmaz olur. Ruh kokuşur, eyleyiş önce hastalık, sonra ölüm kodlarıyla buluşur ve toplumsal düzen kendiliğinden kaosa döner. Çünkü ahlak, bütün zamanlarda inancın en büyük garantörü, onu çevreleyen cilt, canlı kılan yüzey yapıdır. Başlangıçtan beri bütün büyük inançlar o yüzden sağlam bir ahlak talebinde bulunmuş, inancın ışığını ahlak renklendirmiş, ahlak varlığını sürdürdükçe inanç güçlenmiş, geri çekildikçe de zayıflamış, hareket kabiliyetini yitirmiş, yaşamı açan, dayanılır kılan yapılarından uzaklaşmış ve kelimenin gerçek anlamıyla biçimsel yapıların içine gömülüp donuklaşmıştır. Doğrusu şu ki içinden ahlakın çıkarıldığı bir inanç ve ona bağlı ibadet havanda su dövmenin ötesine geçmemiştir. Dolayısıyla şimdiye ait bir ibadet, öncesine yönelik bir sorgulamayı, sonrasına dair kuvvetli bir denetimi barındırmıyorsa bir egzersiz olmanın ötesinde neyi ifade edebilir ki?
İşte bu yüzdendir ki inanç ile ahlak arasındaki ilişki, teori-pratik ilişkisidir. Ahlak her durumda yukarıdakini aşağı indirmenin, gramerin şiirini yazmanın, söylenmiş olanın, dikte edilenin yaşanır kılınmasının vazgeçilmez yoludur. Ahlak bu yönüyle her türden bireysel ve toplumsal hastalık reçetesinin uygulanması, derde deva ilaçların bünyeye katılması, kana karıştırılmasıdır. Eğer öyle olmasa her inanca, onu şerh edecek, açımlayacak ve o bütüncül umdeleri detayla buluşturacak peygamberler gönderilmez, Kitap’lar doğrudan ve aracısız olarak gönderilirdi. Her inancın bir önderi, bir aracısı, bir sözcüsü tayin edilmenin temel sebebi ibadeti hayata bağlayan, hayatın yontulmamış taraflarını incelten, incelikli bir yaşam tarzı inşa etme iradesidir. Hayat kabalaştıkça bilin ki kötüleşecektir de. Kötülük arttıkça bilin ki çekilmezleşecektir de. Her nerede hayat yüke dönüşmüşse orada ahlakın kanatları kırılmış, inanç gövdesi uçmayı bırakmış, yürümeye başlamıştır. Her nerede ahlak hayatın dışına itilmişse hayatın bizatihi kendisi de dünyanın dışına çıkmış demektir.
Eğer bir toplumda inanç ahlaktan koparılır, ahlak inancın sigortası olmaktan çıkarsa artık o inancın rükünleri, hayata dokunan tarafları yukarı ile aşağının, ruh ile bedenin koordinasyonunu sağlama işlevini kaybeder, böylece inanç sahiplerinin gerçekleştirdiği ibadetler gündelik yaşamdaki karşılığını bulamaz. İnanç, eyleyişi dönüştürmenin, onu olduğundan daha sağlıklı kılmanın, kötülükten uzaklaştırmanın yolu olmaktan çıkıp yüzeyde temsil edilen ve hayata müdahale etme içgüdüsünden yalıtıldığı andan itibaren artık buharlaşır, biçimselliği özselliğinin önüne geçerek arkaik bir temsile dönüşür. İnancın, batıl inanca dönüştüğü, tortulaştığı yer tam da ahlakın buharlaştığı yerdir. Ahlak bozulmadan inanç bozulmaz. Ahlaksız bir toplum aynı zamanda inancın koflaştığı toplumdur. Bugün, genel olarak dünyada, özelde ise Türkiye’de yaşanan budur. Üstelik bu, insanın ve insanlığın başına gelebilecek en büyük kötülüktür. Çünkü son aşamada hayatı anlamlı kılan doğum öncesi ve ölüm sonrasının ışıldattığı bir bakış açısının varlığıdır. İnsanın öz denetimini sağlayan, onu diğerleri içinde bir yere oturtan, ona bağlam ekleyip sınır çizen ahlakın bizzat kendisidir. Bu ikisini –doğum öncesi ve ölüm sonrası bağlamı- çıkardığımızda hayat tel tel çözülür, ilhamını kaybeder, hayata değer veren bütün kodlar yerle bir olur. Doğum öncesi ve ölüm sonrası tarafından paranteze alınan bir yaşam tarzı, ancak oralardan aldığı ilhamlarla kendine yol bulabilir, oralardan sızan ışık eşliğinde olduğundan daha parlak görünebilir.
Eğer bir toplumda yukarıdan başlayarak aşağıya, yönetici sınıftan başlayarak sıradan vatandaşa kadar ulaşan bir kimlik kaybı, kişilik çözülmesi ve karakter sıvılaşması varsa öz ile söz arasında birbirinden sürekli uzaklaşan bir söylem söz konusuysa o toplumun hızlıca çözülmekte olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Haksızlık, hırsızlık demektir. Hak gasbı çalıp çırpmanın kamuflajlı halidir. Eğer bir toplumda liyakat yerini adam kayırmacılığına bırakmışsa o toplumdan buram buram çürümenin kokusu yükselir. Bugün memleketin neresine bakarsanız bakın kibir tevazuya, açgözlülük hayırseverliğe, şehvet iffete, kıskançlık minnet duygusuna, oburluk açlığa, öfke sabra, tembellik çalışkanlığa galebe çaldığını görürsünüz. Kazanan birinciler olunca ikinciler boynunu büküp geri çekilmek zorunda kalır. Kibrin kazandığı yerde tevazu durma cesaretini nereden bulacak? Açgözlülük nam salınca hayırseverliğin şanı yerlere düşmez mi? Şehvet solunmaya başlayınca iffet utancından orada durur mu? Kıskançlığın gürültüsü sesleri bastırınca minnet duygusu fısıltıya dönüşmez mi? Oburluk dünyayı tüketilmiş nesneler çöplüğüne dönüştürünce açlığın hışmı insanlığın üstüne binmez mi? Sokakları öfke doldurunca sabır o sele kapılıp kayıplara karışmaz mı? Tembellik hayatın ortasına yerleşip sünepelik genel geçer akçeye dönüşünce çalışkanlık, dirayet, mücadele boynunu büküp kenara çekilmez mi?.. Ahlakın terbiye edici büyüsü döküldüğünde ruhlarda ve bedenlerde matlaşmış iskeletlerden başka bir şey kalmıyor. Ahlak gidince etik, etik gidince estetik de dağılıyor. Ahlakın, etiğin ve estetiğin terk ettiği yerde inanç nerede duracak, kime, ne söyleyecek? Bütün bunlardan sonra soru şudur: Toplumun inancını güçlendirdim diyenler, onun ahlakını nasıl da yok ettiklerinin farkında mı? Etik değerleri hiçe sayıp “yaptım oldu” diyenler estetiği de küstürdüklerinin farkında mı? Yasaları hiçe saydığınızda orman kanunları ormanın kendisini bile yok eder ve siz işte böyle çırılçıplak ortada kalırsınız… Kral çıplak olunca maiyetindekilerin üşümekten başka çaresi kalmaz.