Metafizik olan yani duyularla algılanamayan, deney ve gözlem
alanının dışında kalan âhirete inanan kimse, imanın diğer rükünlerine yani
Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve kadere kolayca inanır.
Çünkü âhiretle ilgili tek bilgi kaynağı dindir; yani âyet-i kerime ve hadis-i
şeriflerdir. Bunun içindir ki, âhiretin varlığına gerçekten inanmanın, iman
esasları arasında çok önemli bir yeri vardır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “İnsanlardan bazıları, biz Allah’a ve âhiret
gününe inandık, derler. Halbuki onlar inanıcılar değildirler.” (Bekara 8)
Herkesin dünyada yaptıklarının
karşılığını tastamam bulacağı âhiret, inanan ve inanmayan kişinin arasındaki
büyük farkın ortaya konulacağı yerdir. Dolayısıyla âhiret; inanan için müjde, inanmayan için korku ve
dehşet kaynağıdır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten
sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a
karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır.” (Haşr 18)
Bunun için deriz ki; bütün dinlerin bildirdiği âhirete inanmak en
doğru ve en ihtiyatlı yol olup insana çok şeyler kazandırır. -Maazallah- inkâr
ise, çok yanlış ve çok tehlikeli bir yol olup insanı mahfeder. Bunun için biz; zavallı münkirlere diyoruz ki: “Şayet -farz-ı muhal- sizin dediğiniz
olursa; bize hiçbir şey olmaz, fakat bizim dediğimiz olursa -ki yüzde yüz
olacak- o zaman sizin ve sizin gibilerin vay haline!..”
Dinin de aklın da gerekli gördüğü âhirete inanmanın, dünya
hayatına birçok yansımaları vardır. Herşeyden evvel âhiret
hayatına iman eden kişi; öldükten sonra dirilmeye, dünyada yapılan iyilik ve
kötülüklerin mükâfat ve cezası olan cennet ile cehenneme ve oradaki hayatın
sonsuz olduğuna kesin bir şekilde inanır. Böyle bir inanca sahip olan kişi,
bütün davranışlarında çok titiz ve dikkatli olmaya gayret eder. Çünkü o, bütün
yaptıklarından sorumlu olduğunu ve Kıyamet günü hepsinin hesabını vereceğini
bilir.
Böyle bir kişi, durmadan iyi işler yapmaya; kendisine, âilesine ve
çevresine faydalı olmaya çalışır. Çünkü ona göre; “dünya, âhiretin
tarlasıdır” ve yine o; “burada ne ekersek, âhirette onu biçeriz”
kanaatindir. Ayrıca o, âhiret hayatındaki sonsuz mutluluğun da burada
kazanılacağını çok iyi bilir.
Âhirete inanan kişi, daima “havf” (korku) ve “reca” (ümit) halet-i
rûhiyesi içindedir. Yani o, her zaman Dinimizin; “Allahü Teâlânın azabından
kork, ama rahmetinden de ümitli ol” temel prensibine göre yaşar. Dikkat
buyurun; fert ve toplumun mutluluk ve saadeti, bu temel prensiple çok yakından
ilgilidir, şöyle ki:
İnançsız veya inancı zayıf kişiler; hayatı yalnız bu dünyadan, bu
dünyayı da kendi çıkar ve menfaatlerinden ibaret görürler. Mal, mülk, para ve
eğlence onlar için her şeydir. Bu uğurda haksızlık yapabilir; hatta daha çok
kazanabilmek ve ardı arkası gelmeyen dünyevî arzularını tatmin etmek için,
başkalarına karşı acımasız da olabilirler. İşte böyle insanlardan oluşan bir
toplumda; ahlaklı olmak güçleşir, hak hukuk ortadan kalkar. Çünkü böyle bir
toplumda “Allah korkusu” ve “helal-haram kuralı” olmadığı için; “insan
insanın kurdu olur”, dışarıdan bakıldığında, kimin eli kimin cebinde olduğu
belli olmaz, beşerî ilişkilerde kimse kimseye güvenmez ve nihayet “herkes
birbirinden korkar” hale gelir. Böyle zavallı bir toplumda artık; kötülük
ve kötüler her tarafa hâkim olur ve İslamın mutlaka korunmasını emrettiği; “din,
can, mal, namus ve akıl emniyeti” ortadan kalkar.
Âhirete inanan insanlar ise, bu dünyanın geçici olduğunu ama
ölümle herşeyin bitmeyeceğini, öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu,
âhiret âleminin ebedî olduğunu düşünür ve böyle inanırlar. Böyle kişiler, bu
dünyada daha bilgili ve daha ahlaklı olmaya çalışırlar. -Yalana, hileye,
rüşvete ve harama bulaşmadan- rızıklarını doğru yollardan ararlar. Adaletten
asla ayrılmazlar, kimseye haksızlık ve saygısızlık etmez, bilakis sevap
kazanmak için herkese faydalı ve saygılı olmaya çalışırlar. (Devamı
haftaya…)