"Ah! Hatırlamak olmasa eski günleri"
“Bu bahar güleceğiz en içten bir sevinçle,
Bir melek ordan bize uzatacak elini.
Beni bırakma kalbim, kalbim sen bana söyle.
Ümitlerin en güzelini!..”
Ziya Osman Saba
Edip Cansever, “Ah! Hatırlamak olmasa
eski günleri” derken neyi düşündü, onu huzursuz eden neydi? İnsan geçmişinden
kaçar mı veya rahatsız olur mu? Hatırlamak, hatıraları çağırıyor ve önümüze
koyuyor. Bu durumda belki unutmak güzel şeydir. Peki, nasıl bir şeydir unutmak?
Unutmak ve hatırlamak insanın kendi hikâyesini var ediyor. “Musa ve Tektanrıcılık” kitabında
Freud şöyle diyor: “Unutulanlar yok
edilemez, sadece bastırılır; anı-izleri tüm tazeliğiyle oradadır”. Ona
göre zihnin derinliklerinde bastırılıp kalanlar ölümsüzdür, yıllar geçse bile yeni yaşanmış gibi insanı etkiler.
Hatırlananlar hayatın akışını yeniden
belirlemiyor ama bir şeyleri etkiliyor. Geçmiş, geçmişte kalıyor mu, kalmıyor
mu, kesin bir hüküm vermek kolay değil. Ancak hiçbir şey silinmiyor.
Unuttuğumuzu sandığımız anılar hâlihazırdaki bir olayın içinde yeniden
canlanabiliyor. Böylece çağrışımlar
yoluyla veya başka bir araçla geçmişin canlandığını görüyoruz.
Geçmişin tetikleyici özelliğini yok
etmek mümkün mü? Hayat, yaşadığımız an olsa da bazen dünde takılıp kaldığımız
ve bir türlü oradan kopamadığımız da vâkidir. Niçin böyledir, niçin kopmak
zordur? Tamamlanamayan ne varsa peşimizi bırakmıyor; kim bilir,
hatırladıklarımız da öyledir. Ya da
bastırıp yaşayamadıklarımız bir şekilde su yüzüne çıkıyordur. Psikolojik
belirtiler, düşler, hayaller, dil sürçmeleri, kişiliğimize ait bazı özellikler dünde kalanın izleri olabilir mi?
Çoğu kez farkına varmadan gerçekleştirdiğimiz eylemlerimiz, geçmişte kalan ve
zihnimizde saklanan yarım hikâyenin tamamlanması için ortaya çıkmaktadır. Bizi
tekrar tekrar aynı yola sürükleyen bu hatıralar kaderimiz oluyor, trajik bir
hikâyenin kahramanı oluyoruz. Hatıralardan kurtulmak unutmakla mümkün. Ancak
hafızada çok derinlerde kalan hatıralar yok olmuyor ki. Yanardağ gibi, içten
içe kaynıyor. Zamanla ısınan ve patlayacağı günü bekleyen dağ. Başımızdan
savamadığımız ve kaderimizdir deyip
kabullendiğimiz hatıralar, bizi saran
nevrozun beslendiği kaynaklardır. Bu nevrozun esir aldığı benliğimiz çırpınır
durur. Sonunda yine o geçmişin bizi kendine çeken aldatıcı serabına koşarız.
Elimiz boşa çıkar. Çünkü yarımdı o hikâye. Yine yarım kalacaktır.
“Bir bahar günü doğdun sen/Baharın
ta kendisi oldun sen…” diyordu Sezai Karakoç. Hep diri,
canlı,umut dolu olmak için böyle diyordu büyük şair. Ayrılmak istemiyor o zaman
diliminden. Kopamıyor çünkü hayat orada. Ayrılsa hep o zamanı anacak. Durağan
görünse de hep o anın canlılığı vardır. Ruhun ayrılamadığı an. Bu elbette dâhil
olduğumuz hikâyeler için böyle olabilir. Peki, bir hikâyeye sonradan girmek
mümkün müdür? Hayalen mümkün ama bu
tamamıyla avuntudan ibaret olur. Avuntu! Nazım Hikmet, “Aldanışta avuntuyu bulmak bir rakı kadehinin içinde boğulup ölmek gibi
bir şeydir.” derken ne güzel
anlatmış durumumuzu. Evet, bir aldanışa kapılıp avunuyoruz dünyada. Âdem
babamızdan beri böyleyiz.
Turgut
Uyar, Sevda Üstüne’de zamanı durdurur
ve şöyle seslenir: “Bir an durmuş,
genişlemiş büyümüş/Bir eski şarkı, bir eski bahar, bir bildik deniz/Vakit nisan
ortasında bir akşam…/Bu şiirde sevda sevda üstüne/Senelerdir veda veda
üstüne/Yareli yüreğimde dağ dağ üstüne” Hatıralardan bir deniz. Batık bir
gemiyiz. Bizi asıl hikâyeden koparamıyor
hiçbir şey.
Geçmişle aramızdaki perdeyi kaldıracak bir umut tohumu düştüğünde mümkündür her şey. Bir gün sisler kalkacak,
dağlar çiçeklerle donatılacak. Güneş çağacak, çiçekler gülecek, su sırrını
verecek, ağaçlar yeşile boyanacak, toprak kucaklayacak, kuşlar yuvasına
dönecek, hikâye kaldığı yerden devam edecek.