Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
04 Mart 2024

​"Ah! Hatırlamak olmasa eski günleri"

“Bu bahar güleceğiz en içten bir sevinçle,

Bir melek ordan bize uzatacak elini.

Beni bırakma kalbim, kalbim sen bana söyle.

Ümitlerin en güzelini!..”

Ziya Osman Saba

Edip Cansever, “Ah! Hatırlamak olmasa eski günleri” derken neyi düşündü, onu huzursuz eden neydi? İnsan geçmişinden kaçar mı veya rahatsız olur mu? Hatırlamak, hatıraları çağırıyor ve önümüze koyuyor. Bu durumda belki unutmak güzel şeydir. Peki, nasıl bir şeydir unutmak? Unutmak ve hatırlamak insanın kendi hikâyesini var ediyor. “Musa ve Tektanrıcılık” kitabında Freud şöyle diyor: “Unutulanlar yok edilemez, sadece bastırılır; anı-izleri tüm tazeliğiyle oradadır”. Ona göre zihnin derinliklerinde bastırılıp kalanlar ölümsüzdür, yıllar geçse bile yeni yaşanmış gibi insanı etkiler.

Hatırlananlar hayatın akışını yeniden belirlemiyor ama bir şeyleri etkiliyor. Geçmiş, geçmişte kalıyor mu, kalmıyor mu, kesin bir hüküm vermek kolay değil. Ancak hiçbir şey silinmiyor. Unuttuğumuzu sandığımız anılar hâlihazırdaki bir olayın içinde yeniden canlanabiliyor. Böylece çağrışımlar yoluyla veya başka bir araçla geçmişin canlandığını görüyoruz.

Geçmişin tetikleyici özelliğini yok etmek mümkün mü? Hayat, yaşadığımız an olsa da bazen dünde takılıp kaldığımız ve bir türlü oradan kopamadığımız da vâkidir. Niçin böyledir, niçin kopmak zordur? Tamamlanamayan ne varsa peşimizi bırakmıyor; kim bilir, hatırladıklarımız da öyledir. Ya da bastırıp yaşayamadıklarımız bir şekilde su yüzüne çıkıyordur. Psikolojik belirtiler, düşler, hayaller, dil sürçmeleri, kişiliğimize ait bazı özellikler dünde kalanın izleri olabilir mi? Çoğu kez farkına varmadan gerçekleştirdiğimiz eylemlerimiz, geçmişte kalan ve zihnimizde saklanan yarım hikâyenin tamamlanması için ortaya çıkmaktadır. Bizi tekrar tekrar aynı yola sürükleyen bu hatıralar kaderimiz oluyor, trajik bir hikâyenin kahramanı oluyoruz. Hatıralardan kurtulmak unutmakla mümkün. Ancak hafızada çok derinlerde kalan hatıralar yok olmuyor ki. Yanardağ gibi, içten içe kaynıyor. Zamanla ısınan ve patlayacağı günü bekleyen dağ. Başımızdan savamadığımız ve kaderimizdir deyip kabullendiğimiz hatıralar, bizi saran nevrozun beslendiği kaynaklardır. Bu nevrozun esir aldığı benliğimiz çırpınır durur. Sonunda yine o geçmişin bizi kendine çeken aldatıcı serabına koşarız. Elimiz boşa çıkar. Çünkü yarımdı o hikâye. Yine yarım kalacaktır.

Bir bahar günü doğdun sen/Baharın ta kendisi oldun sen…” diyordu Sezai Karakoç. Hep diri, canlı,umut dolu olmak için böyle diyordu büyük şair. Ayrılmak istemiyor o zaman diliminden. Kopamıyor çünkü hayat orada. Ayrılsa hep o zamanı anacak. Durağan görünse de hep o anın canlılığı vardır. Ruhun ayrılamadığı an. Bu elbette dâhil olduğumuz hikâyeler için böyle olabilir. Peki, bir hikâyeye sonradan girmek mümkün müdür? Hayalen mümkün ama bu tamamıyla avuntudan ibaret olur. Avuntu! Nazım Hikmet, “Aldanışta avuntuyu bulmak bir rakı kadehinin içinde boğulup ölmek gibi bir şeydir.” derken ne güzel anlatmış durumumuzu. Evet, bir aldanışa kapılıp avunuyoruz dünyada. Âdem babamızdan beri böyleyiz.

Turgut Uyar, Sevda Üstüne’de zamanı durdurur ve şöyle seslenir: “Bir an durmuş, genişlemiş büyümüş/Bir eski şarkı, bir eski bahar, bir bildik deniz/Vakit nisan ortasında bir akşam…/Bu şiirde sevda sevda üstüne/Senelerdir veda veda üstüne/Yareli yüreğimde dağ dağ üstüne” Hatıralardan bir deniz. Batık bir gemiyiz. Bizi asıl hikâyeden koparamıyor hiçbir şey.

Geçmişle aramızdaki perdeyi kaldıracak bir umut tohumu düştüğünde mümkündür her şey. Bir gün sisler kalkacak, dağlar çiçeklerle donatılacak. Güneş çağacak, çiçekler gülecek, su sırrını verecek, ağaçlar yeşile boyanacak, toprak kucaklayacak, kuşlar yuvasına dönecek, hikâye kaldığı yerden devam edecek.