Ağlayabilen var mı?
Zamanın esrarlı perdesi ineli beri hakikatten uzak düştük. Şimdi ağlama vakti! Gülmek kadar ağlamak da insana mahsustur. Unuttuğumuz ağlamayı hatırlayalım, çok anlayalım birbirimizi.
Eski Türk filmlerini izlerim zaman zaman. Nostaljiye gömülüp içinde boğulmak değildir amacım. Ancak hissiyatıma kulak vermek, içli, samimi ve insanca suretlere eşlik etmek niyetiyledir eski Türk filmlerine olan ilgim. Yeşilçam’ın toplumun aynası olduğu yıllardan bahsediyorum. Köyden kente göçenlerin dramını ekranlara taşıyan yapımcılar içimizden çıkan sanatkârlarmış meğerse. Hem köyü hem de şehri öylesine gerçekçi aktarmışlardı ki kurgudan öte hayatın kendisi yansıyordu beyaz perdeye. Tabii ki televizyonun hükmü yoktu.
1964 yapımı Gurbet Kuşları’nda izlediğimiz her sahne hayatımıza açılan bir pencere gibi, sahici ve bizdendi. Şehrin büyüsüne kapılan, tutunacak dal arayan masum Anadolu kimliğinin nasıl da eridiğini görüyoruz. Gerçeğin ağlattığı sahnelerdi. Bir babanın gücü yetmiyordu, aile dağılmıştı. Hüsrana uğrayan aileye bakıp ağlıyorduk. Aslında herkes kendi yaşamından izler taşıyan bu filmde birer gurbet kuşu idi.
Aynı yıllarda Almanya’ya uğurlanan işçilerimiz vardı. Köydeki tarlasını, eşini, yuvasını bırakıp daha uzaklara uçan gurbet kuşlarımız. Şimdi uzak yollara hüküm giyen gurbet kuşları geride daha derinden gelen hıçkırıklı ağlayışlar ve gözyaşları bırakıyordu.
Sonra “Susuz Yaz”ı izliyorduk. Metin Erksan'ın yönetmenliğini yaptığı filmin hikâyesi Necati Cumalı'ya aitti. Erol Taş’ın zalimliği, Hülya Koçyiğit’in masumluğu yine bizdendi. Hülya Koçyiğit’in filmdeki sesi içimize öylesine işliyordu ki sonraki yıllarda hep yoksulluğu, çaresizliği ve ayakta kalma mücadelesi veren kimliğini bize ezberletecekti. Ağlıyorduk, anlıyorduk birbirimizi. Derinden gelen yoğun duygular, zaman zaman santimantalizme kaysa da hâlimiz böyleydi.
Kültür değişimleri hızlanmış, inşaat sektörü artmış, yeni yollar, binalar ve şehirler ile değişim sancıları da başlamıştı. Türkiye yörüngesini arıyordu, siyasetteki çalkantılar bitmek bilmiyordu ama ağlayışımız da sürüyordu. Bir taraftan Arap-İsrail Savaşları, bir taraftan da bizdeki 68 kuşağıyla içimizde yeşeren sosyalist zihniyetin sokaklara taşıdığı anarşist ruh sarsıyordu toplumu. Hepsinin sonunda yine gözyaşı bekliyordu bizi. Öyle de oldu. Toplumun hafızasına kazınan “üç fidan” sembol oluyordu sol kesim için. Ağlayış sürecekti, şimdi de sürüyor.
Sinemanın sekteye uğradığı yıllara gelmiştik. Muhtıralarla önü kesilen demokrasimiz, hükümet kurmaktaki zorluklar. Hiç olmayacak oluyor Ecevit ve Erbakan koalisyon kuracak ve Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlatacaklardı. Ada’da süren ağlayışlara şifa olacaktı bu harekât ama verilen şehitlerle yine ağlayacaktık. Sinemada aşk vardı, gayriahlâkî filmlere inat, aşk filmleri ağlatmaya devam ediyordu. Bir de unutulmaz Cüneyt Arkın filmleri ve kahramanlıklar vardı.
1970’lerde sokaklar durulmuyordu. Gençler birbirine düşürülüyor, ağlayışlar sürüyordu. Toplum sancılı idi. Cinayetler artıkça artıyor, bölünüyorduk. 1980’lerin ortalarında kanlı cinayetlere başlayacak olan PKK da bu yıllarda bazı mihraklarda pişiriliyordu. Onun da tüm toplumda açacağı yaralarla başlayacak ağlayışımız olacaktı.
1980’e gelindiğinde kardeş kavgasına son verilecek, asker yönetime el koyacak, daha da acılı günlere, işkencelere geçilecekti. Öyle de oldu, binlerce insan işinden, özgürlüğünden oldu. Özal ile Türkiye serbest ekonomiye geçiyor, açılan ama savrulan bir toplum vardı. Bireysel duygular edebiyatta, sinemada işlenecek, kapalı bir dil hâkim olacaktı. İslamî söylemlerin 70’lerden itibaren edebiyat ve sinemada artmasıyla birlikte köklerden yeşeren bir damar yakalayan gençlik kendisini yeniliyor, yerli eserlere ilave olarak Batı’dan ve Arap düşünürlerinden etkilenerek çevrilen eserlerden besleniyordu. Necip Fazıl’ın açtığı yolda ilerleyen Sezai Karakoç, Diriliş ile, Nuri Pakdil Edebiyat dergisiyle ve sonrasında Mavera ekibiyle Yedi Güzel Adam kalıcı eserler neşrediyordu.
Özellikle 80’lerin sonlarında Mesut Uçakan’ın yönettiği filmler dikkat çekiyordu. Necip Fazıl’ın Reis Bey’i merhamet ve adalet duygularımızı sorguluyordu. Etkisi hâlâ süren bir filmdir. Başarılı bir yapımdı. Muhafazakâr camia üzerinde derin izler bırakmıştır bu yapımlar. 90’lar aslında Anadolu ruhunun siyasette ve ticarette parladığı yıllar oldu. Sevinçten ağlayan bir camia vardı. 1994’te Refah Partisi’nin başarılı belediyecilik anlayışı hızla yayılmış, İstanbul ve Ankara kazanılmıştı. Sevinçten ağlayanlar vardı. 28 Şubat ile önü kesilen bu camia zulme maruz kalmış, “Bu şarkı burada bitmez!” diyerek yine ağlamıştı, ağlatılmıştı ama anlaşılamamıştı.
2000’li yıllar yeniden doğuş oldu. Ağlayanların duaları kabul olurcasına zaferler geliyordu siyasette. Ardı ardına kazılan seçimler ve uzun yıllar sürecek AK Parti iktidarı. Kazandıkça kaybedilen şeyler de oluyordu. Sevinçten akıtılan gözyaşları azalıyor, ağlayanlar daha çok gülmek ve keyif sürmek istiyordu. Ertelenmiş duygular vardı. Raundu kazanılan maçlar gibiydi her şey. Şimdi yine başlamalı ağlayışlar, unuttuk ağlamayı. Bugün ABD’de ağlayanların sesi çıkıyor, zulüm var. Ve biz Necip Fazıl’ın Reis Bey’deki sözlerine sığınıyoruz: “Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz..." dedi. Ağladıkça anlıyorum... Ağladıkça anlıyorum... Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim. Hem de öylesine kaybettim ki Amerika'da bir cinayet işlense de dünya çapında bir ses sorsa; "Katil kim?", "Benim!" diye haykırabilirim!”