Afganistan neden önemli?
Bizim laikçi çevrelere göre Türkiye Batı dışında Dünya’ya sırtını dönmeli, görmezden, duymazdan gelmeli, kulağını tıkamalıdır.
Bu kesimler vaktiyle Suriye
sınırlarımıza 750 km mayın döşediler, ülkemizi Arap Alemi’nden fiziki olarak kopardılar.
Azerbaycan’dan ülkemize
sığınan soydaşlarımızı bile Ruslara teslim edip sınırda, gözlerimizin önünde
kurşuna dizdirdiler.
Şahkerim Hudaverdi (Şakerim Kudayberdi), Türk-İslam Dünyası’nın nadide şairiydi. Şahkerim ve oğulları, 1930’larda Ruslar
tarafından birer birer kurşuna dizilirlerken oralı bile olmadılar. Gazetelerimizde
tek satır isimleri geçmedi.
Şehriyar’dan,
Bahtiyar’dan (Vahapzade), Celal Ali Ahmed’den, Elçibey’den hiç
haberimiz yoktu.
Çin’de bir Uygur Devleti olduğunun, zulüm altında
inim inim inlediğinin, ancak 10 yıl önce farkına vardırıldık.
1990’lara kadar Azerbaycan’ı
bile duymamıştık. Kitaplarımızda, gazetelerimizde, televizyonlarımızda tek
kelime Azerbaycan geçmezdi.
Sırplar, Boşnakları Serebrenitza’da
doğrayınca Bosna’dan haberimiz oldu.
Aliya’yı dahi duymamıştık.
“Aa! Bir de Bosna mı varmış?” olduk.
Oysa Saray-Bosna,
dünkü Bursa’mızdı.
İşte böyle mutlu mesut(!)
giderken ABD Irak’ı vurdu. Sınırlarımızdan binlerce mülteci girdi. Mikrofon
uzatılınca mültecilerin Türkçe konuştuklarına şahit olup, “meğer Irak’ta, Türkçe konuşan insanlar varmış” şokunu yaşadık.
Bunlar “minimalizm” idi.
Biz “minimalizm”i seçmiştik.
Küçük olacaktık, küçük kalacaktık,
küçük oynayacaktık, artık “büyük
oynamayacaktık!”
Emperyalistlere karakol ve tampon olmuştuk.
Deve kuşu gibi başımızı kuma
sokmuştuk.
Oysa, ne kadar saklansak
nafileydi.
Tarih, coğrafya, reel politik bizi sahaya çağırıyordu.
Minimalizm dayatmasını
sürdüremezdik.
Şimdilerde Afganistan kadrajımıza
giriyor.
Afganistan; Rumi’nin ilk vatanı.
Afganistan; ünlü Türk hükümdarı
Gazneli Mahmud’un ülkesi.
Afganistan; Büyük Selçuklu’nun at koşturduğu, Babür’ün devlet kurduğu topraklar.
Son birkaç yüz yılın
imparatorlukları; Rusya, ABD, İngiltere,
son olarak Çin’in rüyası Afganistan...
Ruslar tarih boyu Hint
Okyanusu’na inmeye ahdettiler. Bu Çar Petro’nun vasiyetiydi.
İngilizlerse, 1800’lerin
ikinci yarısında, Doğu Hindistan Şirketi vasıtasıyla Hindistan’a yerleştiler.
İngilizler ve Ruslar ezeli
rakipler.
Hindistan’ın İngiliz
egemenliğine girmesi Rusya’yı
çileden çıkardı. Ne yapıp edip Hindistan’a
inmeliydi.
Rusya’ya doğrudan Afganistan üzerinden, ya da İran ve Basra Körfezi üzerinden Hindistan’a ulaşabilirdi.
Rusların, Kafkasları ele
geçirip, Orta Asya’da da Afganistan’a dayanmaları İngilizleri tedirgin
ediyordu.
Hindistan risk altındaydı.
1838’de İngilizler,
Afganistan’ı işgal ederek Hindistan’ı
garantiye almaya çalıştılar.
İngilizlerin gözleri diğer
taraftan Basra ve Bağdat’ın üzerindeydi.
Hindistan’dan İngiltere’ye
giden en kestirme yol, Hindistan-Basra Körfezi-Bağdat-İstanbul-Londra’ydı.
Rusya ise, Bağdat ve Basra’ya
İran üzerinden gelmeyi hedefliyordu.
Bağdat ve Basra Türk şehirleriydi.
Bağdat valilerimiz, Osmanlının son yüz yılında İngilizlerle siyasi satranç
oynadılar, İngilizlere kök söktürdüler.
İngilizler, 1800’lerden
itibaren Bağdat, Basra ile Körfezin
diğer yanındaki İran’ın Buşehr’ini
mesken tuttular. Hint yolunun güvenliği için bu zaruri idi.
Mağrur İngiliz Kraliçesi, protokolü
bir yana bırakıp Bağdat valimize mektup bile gönderdi.
Napolyon Bonapart, 1798’de İngilizlerin
Hindistan yolunu kesmek gayesiyle, Türkiye’nin Mısır topraklarına saldırdı.
Seferin son noktası Bağdat ve Basra’ydı.
İşte bizim sırt döndüğümüz,
dudak büktüğümüz bu topraklarda, İngiltere, Rusya, Fransa, ABD halâ cirit
atarlar.
“Tek yol, tek kuşak” Afganistan’ı ilginin odağına oturttu.
Hiç kimse stratejilerinden
vazgeçmiş değiller.
Bağdat ve Basra’yı, halef-selef
İTP ve CHP iki dakikada İngiliz’e teslim ettiler.
Türk Milletini birinci ligden
düşürdüler.