ADİL TANRI, ADİL İNSAN
Tanrı ve toplum arasındaki ilişkilere dair analizlerimin dayandığı temel tez bir şekilde toplumların Tanrı tasavvurlarının, toplumda insan-insan ve insan-tabiat ilişkilerini de belirleyeceği varsayımından kaynaklanmaktadır. Tanrı ile insan (ya da onun en geniş kolektivitesi olarak toplum) arasındaki ilişki dikey bir boyut içerdiğinden yatay ilişkileri de belirleyecek niteliktedir.
Bu ilişkiyi teorileştiren, doktrinleştiren dinlerin teolojilerine, özelde ise İslam kelamına ve kelam tarihindeki tartışmalara daha dikkatle bakmak gerekmektedir. Belki de bu sebeple toplumda var olan sorunları halletme biçiminin insanların Tanrı tasavvurları ile ilintisinin çok yakın olduğu söylenebilir.
Öncelikle insanda bir şeyi anlamlı hale getirebilmek için insanbiçimci bir mekanizmanın işlediğini belirtmeliyiz. Bunun anlamı; özellikle metafizik ve gaybi bir takım konularda önüne gelen temaları “bildik”leri üzerinden kıyaslayarak tasavvur etmesidir. Cabiri kitaplarında İslam kelamına hakim olan perspektifin “gaibin şahide kıyası” olduğunu sıklıkla vurgulamaktadır. Fakat özellikle Tanrı, melek vb. kavramlar söz konusu olduğunda bu insanbiçimciliğin en başta zihin tarafından farkındalığı gerekmektedir. Bundan dolayı üzerinde analizi en zor meselelerden birisi, Tanrı’nın insanla nasıl bir iletişim kurduğu ve dil kullandığıdır.
Fakat burada özellikle müslüman toplumlarda sürekli şikayet konusu olan “adalet” üzerine bazı mülahazalarda bulunmak istiyorum. Öncelikle tüm kelami tartışmalardan bağımsız bir şekilde maddi dünyanın varlık sebebini arayışta materyalizmin dışında bir bilinçten veya “Tanrı” diye isimlendirilen bir varlıktan bahsetmiştir insanoğlu. Bunun doğal sonucu olarak Tanrı, tam “mükemmellik” ve “iyi”nin de kendisiyle tanımlandığı bir varlık olarak ortaya çıkmaktadır. Yoksa içinde yaşadığımız dünya ve eşya ile Tanrı denilen varlık aynı düzleme oturtulmuş olur. Buradan çıkaracağımız önemli bir sonuç da Tanrı’nın tüm insanlık için olumlu bir kavram olarak tavsif edilecek şekilde “adil” olduğudur.
Tam da bu noktada Tanrı’nın “bir “güç” merkezli mi yoksa “adalet” merkezli mi ele alınacağı konusu Kelami tartışmaların içerisindeki önemli nüansı oluşturmaktadır. Güç merkezli yaklaşımlar, yatay düzeyde insan-insan ve insan-tabiat ilişkilerini de güç ve egemenlik üzerinden kurmaktadırlar. Bugün sadece müslüman toplumlar değil küresel dünya da “güç” merkezlilik üzerinden çalışmaktadır. Post/modern dünyanın öncelikle insanın tabiat üzerine egemenliği anlayışıyla inşa edildiğini unutmayalım.
Elbette Tanrı’nın aynı zamanda “kudret” şeklinde kavramsallaştırılmış ve güce atıf yapan sıfatı da bulunmaktadır. Üstelik böyle bir gücün varlığını kelam söylemese bile akılsal çıkarsamalarla da elde edebiliriz. Fakat Tanrı’nın tavsifinde önceliğin “adalet”e değil de güce verilmesi son tahlilde Tanrı’ya dair vasıflamaları da mutlak güç üzerinden tanımlamakta ve hatta daha ileri düzeyde Tanrı-insan ilişkisini problematiğe dönüştürmektedir. Bunun ortaya çıkaracağı en önemli problem; yatay düzlemde insan-insan ve insan-tabiat ilişkilerinin de adalet değil güç merkezli olarak gelişmesidir.
Tanrı’nın adalet sıfatına öncelikle değinmek elbette Onun gücünü sınırlamak anlamına gelmiyor. Fakat Kelam tarihinde kimi kelami ekoller bu endişelerden dolayı güç-adalet dengesini güç lehine bozmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de Tanrı üzerine konuşmalar ve tavsifin aynı zamanda insan üzerine olduğu kuşkusuz. Kur’an’da Allah’ın kendisini bu tavsifi, aynı zamanda insanla bir sözleşmesi ve öngörülebilirlik anlamına gelmektedir.
Bilindiği üzere hak/batıl kavramsallaştırması, İslam açısından tüm tarihi okumaya kadar genelleştirilmiş bir meta-anlatı niteliği taşımaktadır. Anlatımlara bakılırsa, batıl güç üzerinden hak ise adalet üzerinden beslenmektedir. Adil insan ve giderek adil toplum isteniyorsa, zihinlerde de adaletli bir Tanrı tasavvuru öncelik taşımalıdır. Güç bir olgu, gerçekliktir. Fakat gücü adaletin yönetmesi gerekmektedir.