Adâlet Lazım
Her şey zıddıyla kâimdir. Sıcaktan bunalan insan serinliği arar. Üşüdüğümüzde ısınmak isteriz. Zulmün olduğu yerde adâlet diye bağırız da keyfimizin yerinde olduğu zaman adâlet aklımıza gelmez. Tam da bu ahval içinde “adâlet”in terazisine çıkmak gerekir. Ne var ki kaçıyoruz bu teraziden.
Adâlet, hakkın teslim edilmesidir. Eğer bir hakkı sahibine hemen teslim etmiyorsanız, geçen her süre içinde siz “adl” sıfatına karşı geliyorsunuz ve zulmediyorsunuz demektir. Kâinatta her şey yerli yerinde ve bir intizam içinde yaratılmıştır. Günümüzde en çok şikâyet konusu adâlettir. Dokunduğumuz herkes bir memnuniyetsizlik içindedir. Niçin böyle olduk? Bu hal yeni midir, yoksa her devir bu durum var mıydı? Adâlet olmadan nasıl yaşanır? Bakın şairimiz Özdemir Asaf ne diyor:
“İnsansız adâlet olmaz
Adâletsiz insan olur mu?
Olur, olmaz olur mu?
Ama, olmaz olsun”
Adâlet şahsî bir talep olamaz. Adâletin tüm varlık âlemini ve insanlığı alakadar ettiğini bilmemiz gerekir. Tüm varlık aynı kudretin eliyle bir düzen içinde ise biz de o düzeni bozmadan yaşamak zorundayız. Adâlet zincirinin halkasını kim koparırsa sonraki adâletsizliklerin de sebebi odur. Bu, tam tersi bir durum için de geçerli. Kim bir iyiliği başlatırsa sonraki iyiliklerde de onun payı vardır. Bu adâlet duygusu ile kendimiz için istediğimiz bir şeyi, bizim dışımızdakiler için de isteyebiliyorsak âdiliz. Yalnız kendisi, dostu ve yakınları için bir talepte bulunan kişi tüm evrenden koparak, tüm varlık âleminin nizamının dışına çıkarak hareket etmiş olacaktır. Hepimizi var eden Allah’ın kurduğu bu nizam “adl” sıfatıyla işliyor.
Adâletsiz bir dünya yoktur, âdil olmayan insanlar ve yöneticiler vardır. Allah, her şeyi ölçülü yaratmıştır. Gözü doymayan, bencil, merhametten yoksun ve büyüklük taslayan nice insanın eli hakkın terazisini bozmaya çalışıyor. “Bana dokunmayan yılan bin yaşayasın” sözü her nasıl olmuşsa söz varlığımıza girmiş, girmekle de kalmamış ve bazılarımızın karakteri haline gelmiştir. Bugün içinde bulunduğumuz toplumda, çalıştığımız kurumlarda bu sözü, karakteri haline getiren nice menfaatperest vardır. Cahiliye devrindeki putperestlik, günümüzde menfaatperestliğe bırakmıştır yerini. “Tapan, tapınan, taparcasına seven” anlamlarını ihtiva eden perest, en güzel anlamı şu kelimeyle birlikte kullanıldığında buluyor: hakperest.
Bizler maalesef kaybediyoruz, büyük kayıp içindeyiz. Hakperest miyiz, yoksa menfaatperest miyiz? Neyi çok seviyorsak, neyi ne için terk ediyorsak, ne için adâlet bekliyorsak onun emrindeyiz demektir. Adâleti en çok da devletten bekliyoruz. Devletin dini konusunda yıllardır verilen beyhûde mücadele bize adâlet getirmedi. Oysa hepimizi memnun edecek şey adâletti. Şimdi geldiğimiz nokta şu: Devletin dini adâlettir.
Adâleti zıddıyla hatırlıyoruz ama zıddını yaşamadan adâlet diyemiyoruz. Canımızın yanmasını bekliyoruz adâlet demek için. Canı yananları görmüyoruz. İftiraya maruz kalan bir dostumuz için şahitlik yapmaktan kaçıyoruz. Sessiz kalıyoruz. Hak için konuşamıyoruz. Üst komşumuza geçmiş olsun diyemiyoruz. Korkularımız Allah için değil, işimizin ve düzenimizin bozulmasından endişe ettiğimiz için. Haksızlığa maruz kalan birisi, yanındakilerden destek almak için “Öyle değil mi, beni en iyi siz tanırsınız, konuşur musunuz?” gibi ifadeler ile yöneliyor dost bildiklerine. Onlar da “Bizi karıştırma, ne desek ki…” gibi saçma bir karşılık verdiğinde adâletten yana değil de kimden yana tavır almış olurlar? Söyleyelim o zaman, Peygamberimiz, "zulme susanın dilsiz şeytan olduğunu, onun da zulme iştirak edip ortak olduğunu" söylemiştir.
Şimdi önümüzde iki sıfat var: âdil ve zâlim. Tercih sizin ama bugün zâlim ve güçlü olabilirsin ama bir gün adâlet sana da lazım olacak!
(Not: Bundan sonra köşemde her hafta bir kitap önerim olacak. Bu haftaki kitabımız Kemal Sayar’ın “Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez” isimli kitabıdır. Ben okuyorum, sizin de okumanızı tavsiye ederim.)