Dolar (USD)
35.19
Euro (EUR)
36.78
Gram Altın
2961.53
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
23 Aralık 2024

​Adalet bekleyen topraklar

Ortadoğu'nun karmaşık jeopolitik yapısı içinde Filistin meselesi, yalnızca siyasi bir çatışma değil, aynı zamanda insanlığın vicdanını ve dilini sınayan bir turnusol kağıdı işlevi görüyor. Bölgenin tarihsel dinamikleri, bize gösteriyor ki söylenen her söz kadar, söylenmeyen her kelime de bu coğrafyanın kaderini şekillendiriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen bölgesel düzen, bugün yaşanan krizin temellerini atmıştı.

Gazze'den yükselen çığlıklar karşısında küresel toplumun tutumu, sadece siyasi pozisyonları değil, aynı zamanda söylemsel iktidarın nasıl işlediğini de gözler önüne seriyor. Kudüs'ten Ramallah'a, Batı Şeria'dan Gazze'ye uzanan coğrafyada, kelimeler sadece anlam taşımıyor, aynı zamanda yaşamları ve kaderleri belirliyor. Bu gerçeklik, Ortadoğu'nun modern tarihinde defalarca kanıtlandı.

Bölgesel güç dengeleri içinde ses yükseltmenin bedeli ağır olabilir, ancak tarihi tecrübeler gösteriyor ki sessizliğin bedeli çok daha ağır oluyor. İran'dan Türkiye'ye, Mısır'dan Ürdün'e kadar uzanan geniş coğrafyada, hakikati dile getirmenin riskleri, suskunluğun getirdiği kolektif yıkımın yanında hafif kalıyor. Arap Ligi'nin son yıllardaki pasif tutumu, bu durumun en somut örneklerinden biri.

Sykes-Picot Anlaşması'ndan günümüze, bölgenin siyasi haritası defalarca değişti, ancak Filistin sorunu değişmeyen bir yara olarak kaldı. Oslo Barış Süreci'nden bu yana kullanılan diplomatik dil, gerçekleri örten bir sisler perdesi işlevi gördü. "Yerleşimci" kelimesi işgali, "güvenlik operasyonu" ifadesi sivil katliamları, "savunma hakkı" söylemi ise orantısız güç kullanımını maskeleyen örtmeceler haline geldi.

Arap Baharı sonrası dönemde bölgesel dinamikler değişirken, Filistin meselesinde kullanılan söylem de evrildi. Ancak bu evrilme, hakikatin dilini güçlendirmek yerine, statükonun söylemsel hegemonyasını pekiştirdi. Bugün Körfez ülkelerinden Kuzey Afrika'ya kadar uzanan coğrafyada, bu hegemonik dilin izlerini görmek mümkün. Abraham Anlaşmaları sürecinde görüldüğü gibi, normalleşme adı altında gerçekleşen bu söylemsel dönüşüm, Filistin davasının marjinalleştirilmesine hizmet etti.

1948'den bu yana süregelen Nakba'nın dili, sadece Filistin halkının trajedisini değil, aynı zamanda küresel vicdanın sessizliğini de anlatıyor. Mülteci kamplarından yükselen sesler, uluslararası toplumun suskunluğuyla boğuluyor. Bu suskunluk, sadece siyasi bir tercih değil, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerinin aşınmasının da göstergesi. BM Genel Kurulu kararlarının uygulanmaması, bu kolektif sessizliğin kurumsal boyutunu gözler önüne seriyor.

Levant bölgesinin kadim kültürel dokusunda, her dilin ve her sessizliğin bir anlamı vardır. Bugün Filistin'de yaşananlar karşısında sessiz kalmak, bu kadim geleneğe ve bölgenin kolektif hafızasına ihanet anlamına geliyor. Osmanlı döneminden modern zamanlara uzanan süreçte, bölgenin çokkültürlü yapısı, farklı seslerin bir arada var olabilmesinin mümkün olduğunu göstermişti.

Doğu Akdeniz'in değişen jeopolitik dengeleri içinde, Filistin meselesi artık sadece bölgesel değil, küresel bir adalet sınavına dönüşmüş durumda. Enerji kaynaklarından su kaynaklarına, göç politikalarından güvenlik meselelerine kadar pek çok konunun kesişim noktasında yer alan bu sorun, çözümsüzlüğün bedelinin herkes için ağırlaştığını gösteriyor.

Netice olarak, Ortadoğu'nun kalbi olan Filistin meselesinde sessizlik, sadece bir eylemden kaçınma hali değil, aktif bir pozisyon almaktır. Bu pozisyon, bölgesel barış ve istikrar umudunu zayıflatırken, şiddetin ve adaletsizliğin normalleşmesine hizmet ediyor. Tarih bize gösteriyor ki, hakikatin sesi er ya da geç kendini duyuruyor. Bugün söyleyeceğimiz her söz, yarının Ortadoğu'sunu şekillendirecek bir umut tohumudur. Bölgenin geleceği, sessizliğin değil, adaletin ve hakikatin dilinde saklıdır.