Adalet bekleyen topraklar
Ortadoğu'nun karmaşık jeopolitik yapısı içinde
Filistin meselesi, yalnızca siyasi bir çatışma değil, aynı zamanda insanlığın
vicdanını ve dilini sınayan bir turnusol kağıdı işlevi görüyor. Bölgenin
tarihsel dinamikleri, bize gösteriyor ki söylenen her söz kadar,
söylenmeyen her kelime de bu coğrafyanın kaderini şekillendiriyor. İkinci
Dünya Savaşı sonrasında şekillenen bölgesel düzen, bugün yaşanan krizin
temellerini atmıştı.
Gazze'den yükselen çığlıklar karşısında küresel
toplumun tutumu, sadece siyasi pozisyonları değil, aynı zamanda söylemsel
iktidarın nasıl işlediğini de gözler önüne seriyor. Kudüs'ten Ramallah'a,
Batı Şeria'dan Gazze'ye uzanan coğrafyada, kelimeler sadece anlam
taşımıyor, aynı zamanda yaşamları ve kaderleri belirliyor. Bu gerçeklik, Ortadoğu'nun
modern tarihinde defalarca kanıtlandı.
Bölgesel güç dengeleri içinde ses yükseltmenin bedeli
ağır olabilir, ancak tarihi tecrübeler gösteriyor ki sessizliğin bedeli çok
daha ağır oluyor. İran'dan Türkiye'ye, Mısır'dan Ürdün'e kadar
uzanan geniş coğrafyada, hakikati dile getirmenin riskleri, suskunluğun
getirdiği kolektif yıkımın yanında hafif kalıyor. Arap Ligi'nin son
yıllardaki pasif tutumu, bu durumun en somut örneklerinden biri.
Sykes-Picot Anlaşması'ndan günümüze, bölgenin siyasi
haritası defalarca değişti, ancak Filistin sorunu değişmeyen bir yara olarak
kaldı. Oslo Barış Süreci'nden bu yana kullanılan diplomatik dil,
gerçekleri örten bir sisler perdesi işlevi gördü. "Yerleşimci"
kelimesi işgali, "güvenlik operasyonu" ifadesi sivil
katliamları, "savunma hakkı" söylemi ise orantısız güç
kullanımını maskeleyen örtmeceler haline geldi.
Arap Baharı sonrası dönemde bölgesel dinamikler
değişirken, Filistin meselesinde kullanılan söylem de evrildi. Ancak bu evrilme,
hakikatin dilini güçlendirmek yerine, statükonun söylemsel hegemonyasını
pekiştirdi. Bugün Körfez ülkelerinden Kuzey Afrika'ya kadar uzanan
coğrafyada, bu hegemonik dilin izlerini görmek mümkün. Abraham Anlaşmaları
sürecinde görüldüğü gibi, normalleşme adı altında gerçekleşen bu söylemsel
dönüşüm, Filistin davasının marjinalleştirilmesine hizmet etti.
1948'den bu yana süregelen Nakba'nın dili, sadece
Filistin halkının trajedisini değil, aynı zamanda küresel vicdanın sessizliğini
de anlatıyor. Mülteci kamplarından yükselen sesler, uluslararası
toplumun suskunluğuyla boğuluyor. Bu suskunluk, sadece siyasi bir tercih değil,
aynı zamanda insanlığın ortak değerlerinin aşınmasının da göstergesi. BM
Genel Kurulu kararlarının uygulanmaması, bu kolektif sessizliğin kurumsal
boyutunu gözler önüne seriyor.
Levant bölgesinin kadim kültürel dokusunda, her dilin
ve her sessizliğin bir anlamı vardır. Bugün Filistin'de yaşananlar karşısında
sessiz kalmak, bu kadim geleneğe ve bölgenin kolektif hafızasına ihanet
anlamına geliyor. Osmanlı döneminden modern zamanlara uzanan süreçte,
bölgenin çokkültürlü yapısı, farklı seslerin bir arada var olabilmesinin mümkün
olduğunu göstermişti.
Doğu Akdeniz'in değişen jeopolitik dengeleri içinde,
Filistin meselesi artık sadece bölgesel değil, küresel bir adalet sınavına
dönüşmüş durumda. Enerji kaynaklarından su kaynaklarına, göç
politikalarından güvenlik meselelerine kadar pek çok konunun kesişim
noktasında yer alan bu sorun, çözümsüzlüğün bedelinin herkes için ağırlaştığını
gösteriyor.
Netice olarak, Ortadoğu'nun kalbi olan Filistin
meselesinde sessizlik, sadece bir eylemden kaçınma hali değil, aktif bir
pozisyon almaktır. Bu pozisyon, bölgesel barış ve istikrar umudunu
zayıflatırken, şiddetin ve adaletsizliğin normalleşmesine hizmet ediyor. Tarih
bize gösteriyor ki, hakikatin sesi er ya da geç kendini duyuruyor. Bugün
söyleyeceğimiz her söz, yarının Ortadoğu'sunu şekillendirecek bir umut
tohumudur. Bölgenin geleceği, sessizliğin değil, adaletin ve hakikatin
dilinde saklıdır.