Ada sahillerinde Hızır'ı görmek
Kınalı
adadayım. Adaya ayak basar basmaz hızırlaşıyor zihnim. Hâlâ İstanbul'a dönmemiş
adalılar. Yine de adada yaşadığım bu Eylül sessizliği;
kendini
gerçekleştirmekten başka hiç bir şeye takılmayan bütün güzel sesleri kollarında
uçuruyor...
Nasıl
da anaç!
Ses
var. Fakat gürültü neredeyse yok. Doğal sesler hiç bir zaman bir gürültüyü
bestelemiyor. Muhakkak kendi aralarında bir ahenk kuruyor ve insana iç
seslerini duyabileceği bir aralık bırakıyorlar. Ondan olmalı ki içimde bütün
adaya, denize ve şu kırmızı dağa, martılara karşı bir cümle geziniyor. Kendime verdiğim tatlı
bir ültimatom gibi:
"Üretme
heyecanım biterse beni öldüm sayın. O zaman okurum kendi salamı. Farklı bir
makamla...
Bize
yazılan ölünceye kadar doğurmaktır!"
Şu
son cümleyi tabiatla birlikte koroluyoruz. TDK ya uymuyor mu dediniz. Koro
halinde hep bir ağız, hep bir kalp söylüyoruz. Haykırıyoruz demek istedimdi...
Bunu
sayıklarken tam da adanın kimi elitlerince caiz görülen tabire göre adanın Küba
mahallesine dönen dönemeçteyim. Acaba Hızır hikayesinde balığın denize gerisin
geriye kaçtığı ve "insan"ın da bilgeliğin yanından yöresinden arazi
olduğu o stratejik nokta burası gibi bir şey miydi? Hani şu serseri martıların
gece kapalı oturum toplantılarını düzenlediği taşlı kıyı?
Bunları
düşünürken hatıralar, düş çabukluğu marifet bir self kurguyla ne kısa filmi,
basbayağı kelli felli bir uzun metraj gibi kendini bana seyrettiriyor iyi mi?
Yürürken üstelik! Aylar sonra geldiğim adayı mı seyredeyim, seneler evvel
yaşadığım onları mı? Anıları mı, yoksa onların yenidoğan halleri olan an'ları
mı?
O
aniden, haber bile vermeden evleninceye kadar besleyip büyüttüğümüz ve beni
başka martılardan kıskanan yüzüklü martı(ayağının perdesi delik olduğu için),
vitamini ölmesin diye fareyi diri iken yutan ve göğsünden farenin dişi, başı,
kuyruğu sarkan, üç güne kalmayıp ölen martı, dünyanın en vahşi kedisi olduğu
halde bir gece ansızın divanımda sırtını bana yaslayıp patisini elime vererek
dünyaya vahşi iki bebek daha getiren şaşı pis ü pas Şeşbeş... hepsi... hepsi
gözlerimin önünde gayri resmi geçitte...
Onların
hepsini bir kitapta sayacağım. Saygıyla anacağım.
Zihnim
tam bir gelgitte. Ya da gelme gideceksen, gitme geleceksen diyip duran bir aşık
mızmızlığında. O daima anlama aşık. Bir
duygularım aklımı tokatlıyor şu dalgaların kıyıyı tokatlayıp kaçtığı gibi. Bir
mantığım, felsefem, aman da pe de re'm ve pedagojik formasyonum kalbimi...
Başımın
takılıp düşünceye düştüğü kelime belli oldu. Resmen. Hızır kelimesi!
İşte
"hızır" kelimesi üstüne gel gitler:
Hızır
var hızır var. Nerede bir olumsuzluk var oraya yetişen, yettim diyen mesela...
Kendine
yeter çaba ve üretkenlikleri hiç deneyimlemeden, yaşamaya ve düşünmeye üşenip
iki de bir "Yetiş ya!' demeyen. Her şeye bizzat kendisi yetişmeye çalışan
Hızır insanlar...
Tohumlu,
filizli yeşil insan demek sanki. Tek bir
isimden öte bir sıfat, bir lâkâp bu hızır.
Tam
kapasite veya kapasite öresi üretken bir beyin, bereketli, verimli bir zihin.
Devamlı genişleyen bir evren gibi...
Yeşil
olma, yeşil kalma, canlılık, sağlık, sağlıklılık, zihinsel, eylemsel ayaktalık,
hareketlilik, aktif, dinamik olma halinin tek kelimelik ifadesi gibi; hızır.
Bulunduğu
her yeri yeşertme, iyileştirme...
Aa...
Can
ciger Osman abimle, Selvi ablamın mütevazi cennetine, o samimiyet evine
varmışım bile! Adaya uğrayan her dostuma taze çay pisirecek cömertlikte manevi
anam babam evine...