Dolar (USD)
35.15
Euro (EUR)
36.74
Gram Altın
2964.27
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
14 Eylül 2021

Ada sahillerinde Hızır'ı görmek

Kınalı adadayım. Adaya ayak basar basmaz hızırlaşıyor zihnim. Hâlâ İstanbul'a dönmemiş adalılar. Yine de adada yaşadığım bu Eylül sessizliği;

kendini gerçekleştirmekten başka hiç bir şeye takılmayan bütün güzel sesleri kollarında uçuruyor...

Nasıl da anaç!

Ses var. Fakat gürültü neredeyse yok. Doğal sesler hiç bir zaman bir gürültüyü bestelemiyor. Muhakkak kendi aralarında bir ahenk kuruyor ve insana iç seslerini duyabileceği bir aralık bırakıyorlar. Ondan olmalı ki içimde bütün adaya, denize ve şu kırmızı dağa, martılara karşı bir cümle geziniyor. Kendime verdiğim tatlı bir ültimatom gibi:

"Üretme heyecanım biterse beni öldüm sayın. O zaman okurum kendi salamı. Farklı bir makamla...

Bize yazılan ölünceye kadar doğurmaktır!"

Şu son cümleyi tabiatla birlikte koroluyoruz. TDK ya uymuyor mu dediniz. Koro halinde hep bir ağız, hep bir kalp söylüyoruz. Haykırıyoruz demek istedimdi...

Bunu sayıklarken tam da adanın kimi elitlerince caiz görülen tabire göre adanın Küba mahallesine dönen dönemeçteyim. Acaba Hızır hikayesinde balığın denize gerisin geriye kaçtığı ve "insan"ın da bilgeliğin yanından yöresinden arazi olduğu o stratejik nokta burası gibi bir şey miydi? Hani şu serseri martıların gece kapalı oturum toplantılarını düzenlediği taşlı kıyı?

Bunları düşünürken hatıralar, düş çabukluğu marifet bir self kurguyla ne kısa filmi, basbayağı kelli felli bir uzun metraj gibi kendini bana seyrettiriyor iyi mi? Yürürken üstelik! Aylar sonra geldiğim adayı mı seyredeyim, seneler evvel yaşadığım onları mı? Anıları mı, yoksa onların yenidoğan halleri olan an'ları mı?

O aniden, haber bile vermeden evleninceye kadar besleyip büyüttüğümüz ve beni başka martılardan kıskanan yüzüklü martı(ayağının perdesi delik olduğu için), vitamini ölmesin diye fareyi diri iken yutan ve göğsünden farenin dişi, başı, kuyruğu sarkan, üç güne kalmayıp ölen martı, dünyanın en vahşi kedisi olduğu halde bir gece ansızın divanımda sırtını bana yaslayıp patisini elime vererek dünyaya vahşi iki bebek daha getiren şaşı pis ü pas Şeşbeş... hepsi... hepsi gözlerimin önünde gayri resmi geçitte...

Onların hepsini bir kitapta sayacağım. Saygıyla anacağım.

Zihnim tam bir gelgitte. Ya da gelme gideceksen, gitme geleceksen diyip duran bir aşık mızmızlığında. O daima anlama aşık. Bir duygularım aklımı tokatlıyor şu dalgaların kıyıyı tokatlayıp kaçtığı gibi. Bir mantığım, felsefem, aman da pe de re'm ve pedagojik formasyonum kalbimi...

Başımın takılıp düşünceye düştüğü kelime belli oldu. Resmen. Hızır kelimesi!

İşte "hızır" kelimesi üstüne gel gitler:

Hızır var hızır var. Nerede bir olumsuzluk var oraya yetişen, yettim diyen mesela...

Kendine yeter çaba ve üretkenlikleri hiç deneyimlemeden, yaşamaya ve düşünmeye üşenip iki de bir "Yetiş ya!' demeyen. Her şeye bizzat kendisi yetişmeye çalışan Hızır insanlar...

Tohumlu, filizli yeşil insan demek sanki. Tek bir isimden öte bir sıfat, bir lâkâp bu hızır.

Tam kapasite veya kapasite öresi üretken bir beyin, bereketli, verimli bir zihin. Devamlı genişleyen bir evren gibi...

Yeşil olma, yeşil kalma, canlılık, sağlık, sağlıklılık, zihinsel, eylemsel ayaktalık, hareketlilik, aktif, dinamik olma halinin tek kelimelik ifadesi gibi; hızır.

Bulunduğu her yeri yeşertme, iyileştirme...

Aa...

Can ciger Osman abimle, Selvi ablamın mütevazi cennetine, o samimiyet evine varmışım bile! Adaya uğrayan her dostuma taze çay pisirecek cömertlikte manevi anam babam evine...