Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.85
Gram Altın
2968.94
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
15 Aralık 2021

Açlığın değerle imtihanı

Açlığı en güzel anlatan romanlardan biri hiç kuşkusuz Norveçli yazar Knut Hamsun’a ait. Yazarın 1890 yılında yayınladığı Açlık adlı eser aslında bir bakıma onun hayata ve yazarlığa tutunma çabasının da ürünü. Yazar bu metinde sözünü Andreas’a emanet ederek açlığın neredeyse bütün hallerini ve türevlerini coşkulu bir dille anlatır, neredeyse bir açlık felsefesi kurar.

Kalacak yeri olmayan, yazları parklarda, bahçelerde kalan Andreas daha baştan mekandan yoksun olarak insan oluşun toplumsal derisinden yoksun kalır. Ancak sefalet bununla da bitmez, günlerce aç kalıp her şey bulanıklaşınca, çaresiz elbiselerini satmak zorunda kalır. Bir evi olmamışlığa elbiselerinden yoksun kalmışlık, dolayısıyla toplumsal mahremiyet ihlaline bir de bedensel mahremiyet ihlali eklenir böylece. İş bulmak için canını dişine takar, sokaklarda ayakları nasırlaşıncaya kadar dolaşır durur fakat nafile… Bütün bu süreçlerde amacından, biricik keyfinden, yazma iştiyakından vazgeçmez, taviz vermez, yazmaya devam eder. Kısa süreliğine eline bir miktar para geçse de bu ‘konforlu hayat’ uzun sürmez, yeniden dayanılmaz açlık süreçleri başlar. Zihni bulanır, gerçeklik duygusunu yitirir, dış dünyayı berrak görüş alanıyla değil bulanık, bunalımlı ve dağılmış, parçalanmış biçimleriyle görmeye, algılamaya başlar. Dünyayla, yaşamla insan oluşun o kendine özgü fiyakasıyla arasına sonsuz mesafe girmiştir adeta. Fizyolojik açlık onu bazen sokakta bulduğu artıklarla ayakta kalmaya zorlar, bazen taşların yüzeyindeki nemi emmek zorunda bırakır ama daha da kötüsü onu en son çareye başvurmak zorunda bırakır: Dilenmek. Bu da onun o güne kadar biriktirdiği metafiziğini elinden alır. Andreas insan olma ve insan gibi yaşama biçimlerinden üçüncüsünü de yitirir böylece. Bir evi olmamak, bir kıyafetin içinden hayata bakamamak ve oluşturulmuş bir kimliğin penceresinden dışarıyı seyredememekten daha büyük bir geri çekiliş var mıdır insan türü için? Hayır, artık Andreas rüzgarın önünde sürüklenen, hiçbir şeye mecali yetmeyen, yürüyen değil, savrulan, yaşayan değil cılız soluklar çıkaran, bitmiş, tükenmiş, hiçliğin sınırlarında dolaşan biridir. Açlığın son kertesi insanın dış dünyadan umudunu keserek bakışlarını kendine, kendi bedenine dikmesidir ki o da gerçekleşir. Romanın bir yerinde dayanılmaz açlık onu parmağını kesip kendi kanını içmeye sevk eder. Hamsun burada insanın bedensel, ruhsal, toplumsal tükenişini açlık üzerinden simgesel göndergelerle ortaya koyar ve aslında açlığın hem bireyin hem toplumun hem de toplumsal değerlerin mutlak çöküşünün birincil sırasına yerleştirmiş olur. Şöyle der: Bireyin açlığı toplumun açlığına dönüştüğünde, açlık toplumsal bir hal aldığında ortada hiçbir değer kalmaz.

Hamsun bu metin üzerinden bedensel açlığın insanın en büyük felaketi olduğunu, bedenin aç kalışının onu toplumsal açlığa sevk ettiğini ve toplumsal açlığın da metafiziğini soğurarak bütün bağlamlarından alı koymak suretiyle onu kupkuru bir nesneye indirgediğini vurgular. Açlık ucu açık biçimde, Andreas’ı hayallerinden ayrılmış –vazgeçmiş değil, açlık tarafından vazgeçirilmiş olarak- tayfalık yapmak için İngiltere’ye gitmek üzere denizin kıyısına gönderse, metnin geri kalan kısmı okuyucu tarafından tamamlanmak üzere tahayyüle terk edilse bile biz biliriz ki Andreas’ın açlığı insanın sadece tükeniş hikayesi değil aynı zamanda onun hayalleri zehirleyen bir dokuya sahip oluşudur. Yazar bize açlığın üzerine hiçbir değerin oturtulamayacağını, bedensel açlığın ruhsal açlığın en önemli gerekçelerinden biri olduğunu söyler. Aç insanın daha baştan beş duyusunu yitirerek dünya ile arasındaki bağı kopardığını, bu kopmuşluğun sırasıyla ilişkide bulunduğu zaman dilimine, geçmiş ve geleceği tasallutuna alarak onların çöküşüne, dolayısıyla zamandizinsel bir parçalanmaya yol açtığını, bu parçalanmışlığın da ahlak ve inancı içeren geniş bir değerler alanından mutlak kopuşu getirdiğini söyler. Burada da romancı bize şunu söyler: Aç insanın yapmayacağı hiçbir şey yoktur.

Bu kadar geniş betimlemelerle sunulmasa da Jack London’un Martin Eden adlı romanı da tematik olarak bu kurgu üzerine oturmuştur. Yazarın açlıkla imtihanı orada da kendini bütün vahşetiyle gösterir. Martin Eden varoşlarda yaşayan genç, idealist bir yazar adayıdır ve parasız pulsuz dolaşmaktadır. Arada bir yazdığı hikayeleri gazetelere gönderir, onlardan gelecek haberi sabırsızca bekler, ancak gelen hiçbir yanıt onu tatmin etmez. İlkinden yaklaşık yirmi yıl sonra yayınlanan bu romanda da açlık metnin özellikle başlangıç kurgusunun en önemli temasını oluşturur. Elbette Martin Eden’i Andreas’tan ayıran taraf, onun hayallerine kavuşması ve gerçekleşen hayalin yazarlığına verdiği zarar, yani bir anlamda tokluk sonrası gelen sefalettir… Metni bir açlık romanı olmaktan çıkaran şey, Ruth ile karşılaştıktan sonra onunla arasında cereyan eden aşktır. Ancak Ruth ile aralarındaki aşk zenginlik ile yoksulluk arasında sayfalar dolusu bir karşılaştırma yapmasını engellememiş; yazma tutkusu bir ideali gerçekleştirmek yerine onun üzerinden ve onun sayesiyle bir sınıf atlamaya dönüşmüştür. Martin Eden’de açlığa dair keskin betimlemeleri törpüleyen şey, aşkın gölgesi olmuştur. Ancak neresinden bakılırsa bakılsın, birincisinde daha baskın olarak, her iki metinde de açlık birey üzerindeki dayanılmaz hegemonya kurar ve her iki metin de şunu söyler: Açlık iyi bir şey değildir. Açlık önce fizyolojiyi çökertir, onu oluşturan unsurları dağıtır, birbirinden habersiz, hatta düşman hale getirir, sonra onun ışığını soğurarak kömüre dönüştürür. Kömürleşen bedende ruhun ışığı parıldamaz. Kömürleşen bedenin içinde kendine yer bulamayan ışık topluma da yansır ve orada da kısa devre yapar, böylece kendiliğinden kitlesel sefalet gelir. Bedeni aç hiçbir ruh ışık vermez. Toplumu inşa karnını doyurmakla başlar. Aç toplumlar değer üretemez, üretilmiş değerlerin kanını emer. Toplumun değerle imtihanında açlık her zaman kaybettirir.