Açlığın değerle imtihanı
Açlığı en güzel anlatan romanlardan biri hiç kuşkusuz Norveçli yazar Knut Hamsun’a ait. Yazarın 1890 yılında yayınladığı Açlık adlı eser aslında bir bakıma onun hayata ve yazarlığa tutunma çabasının da ürünü. Yazar bu metinde sözünü Andreas’a emanet ederek açlığın neredeyse bütün hallerini ve türevlerini coşkulu bir dille anlatır, neredeyse bir açlık felsefesi kurar.
Kalacak yeri
olmayan, yazları parklarda, bahçelerde kalan Andreas daha baştan mekandan
yoksun olarak insan oluşun toplumsal derisinden yoksun kalır. Ancak sefalet
bununla da bitmez, günlerce aç kalıp her şey bulanıklaşınca, çaresiz
elbiselerini satmak zorunda kalır. Bir evi olmamışlığa elbiselerinden yoksun
kalmışlık, dolayısıyla toplumsal mahremiyet ihlaline bir de bedensel mahremiyet
ihlali eklenir böylece. İş bulmak için canını dişine takar, sokaklarda ayakları
nasırlaşıncaya kadar dolaşır durur fakat nafile… Bütün bu süreçlerde amacından,
biricik keyfinden, yazma iştiyakından vazgeçmez, taviz vermez, yazmaya devam
eder. Kısa süreliğine eline bir miktar para geçse de bu ‘konforlu hayat’ uzun
sürmez, yeniden dayanılmaz açlık süreçleri başlar. Zihni bulanır, gerçeklik
duygusunu yitirir, dış dünyayı berrak görüş alanıyla değil bulanık, bunalımlı
ve dağılmış, parçalanmış biçimleriyle görmeye, algılamaya başlar. Dünyayla,
yaşamla insan oluşun o kendine özgü fiyakasıyla arasına sonsuz mesafe girmiştir
adeta. Fizyolojik açlık onu bazen sokakta bulduğu artıklarla ayakta kalmaya
zorlar, bazen taşların yüzeyindeki nemi emmek zorunda bırakır ama daha da
kötüsü onu en son çareye başvurmak zorunda bırakır: Dilenmek. Bu da onun o güne
kadar biriktirdiği metafiziğini elinden alır. Andreas insan olma ve insan gibi
yaşama biçimlerinden üçüncüsünü de yitirir böylece. Bir evi olmamak, bir
kıyafetin içinden hayata bakamamak ve oluşturulmuş bir kimliğin penceresinden
dışarıyı seyredememekten daha büyük bir geri çekiliş var mıdır insan türü için?
Hayır, artık Andreas rüzgarın önünde sürüklenen, hiçbir şeye mecali yetmeyen,
yürüyen değil, savrulan, yaşayan değil cılız soluklar çıkaran, bitmiş,
tükenmiş, hiçliğin sınırlarında dolaşan biridir. Açlığın son kertesi insanın
dış dünyadan umudunu keserek bakışlarını kendine, kendi bedenine dikmesidir ki
o da gerçekleşir. Romanın bir yerinde dayanılmaz açlık onu parmağını kesip
kendi kanını içmeye sevk eder. Hamsun burada insanın bedensel, ruhsal,
toplumsal tükenişini açlık üzerinden simgesel göndergelerle ortaya koyar ve
aslında açlığın hem bireyin hem toplumun hem de toplumsal değerlerin mutlak
çöküşünün birincil sırasına yerleştirmiş olur. Şöyle der: Bireyin açlığı
toplumun açlığına dönüştüğünde, açlık toplumsal bir hal aldığında ortada hiçbir
değer kalmaz.
Hamsun bu
metin üzerinden bedensel açlığın insanın en büyük felaketi olduğunu, bedenin aç
kalışının onu toplumsal açlığa sevk ettiğini ve toplumsal açlığın da
metafiziğini soğurarak bütün bağlamlarından alı koymak suretiyle onu kupkuru
bir nesneye indirgediğini vurgular. Açlık ucu açık biçimde, Andreas’ı
hayallerinden ayrılmış –vazgeçmiş değil, açlık tarafından vazgeçirilmiş olarak-
tayfalık yapmak için İngiltere’ye gitmek üzere denizin kıyısına gönderse,
metnin geri kalan kısmı okuyucu tarafından tamamlanmak üzere tahayyüle terk
edilse bile biz biliriz ki Andreas’ın açlığı insanın sadece tükeniş hikayesi
değil aynı zamanda onun hayalleri zehirleyen bir dokuya sahip oluşudur. Yazar
bize açlığın üzerine hiçbir değerin oturtulamayacağını, bedensel açlığın ruhsal
açlığın en önemli gerekçelerinden biri olduğunu söyler. Aç insanın daha baştan
beş duyusunu yitirerek dünya ile arasındaki bağı kopardığını, bu kopmuşluğun
sırasıyla ilişkide bulunduğu zaman dilimine, geçmiş ve geleceği tasallutuna
alarak onların çöküşüne, dolayısıyla zamandizinsel bir parçalanmaya yol
açtığını, bu parçalanmışlığın da ahlak ve inancı içeren geniş bir değerler
alanından mutlak kopuşu getirdiğini söyler. Burada da romancı bize şunu söyler:
Aç insanın yapmayacağı hiçbir şey yoktur.
Bu kadar geniş
betimlemelerle sunulmasa da Jack London’un Martin
Eden adlı romanı da tematik olarak bu kurgu üzerine oturmuştur. Yazarın
açlıkla imtihanı orada da kendini bütün vahşetiyle gösterir. Martin Eden
varoşlarda yaşayan genç, idealist bir yazar adayıdır ve parasız pulsuz
dolaşmaktadır. Arada bir yazdığı hikayeleri gazetelere gönderir, onlardan
gelecek haberi sabırsızca bekler, ancak gelen hiçbir yanıt onu tatmin etmez.
İlkinden yaklaşık yirmi yıl sonra yayınlanan bu romanda da açlık metnin
özellikle başlangıç kurgusunun en önemli temasını oluşturur. Elbette Martin
Eden’i Andreas’tan ayıran taraf, onun hayallerine kavuşması ve gerçekleşen
hayalin yazarlığına verdiği zarar, yani bir anlamda tokluk sonrası gelen
sefalettir… Metni bir açlık romanı olmaktan çıkaran şey, Ruth ile
karşılaştıktan sonra onunla arasında cereyan eden aşktır. Ancak Ruth ile
aralarındaki aşk zenginlik ile yoksulluk arasında sayfalar dolusu bir
karşılaştırma yapmasını engellememiş; yazma tutkusu bir ideali gerçekleştirmek
yerine onun üzerinden ve onun sayesiyle bir sınıf atlamaya dönüşmüştür. Martin
Eden’de açlığa dair keskin betimlemeleri törpüleyen şey, aşkın gölgesi
olmuştur. Ancak neresinden bakılırsa bakılsın, birincisinde daha baskın olarak,
her iki metinde de açlık birey üzerindeki dayanılmaz hegemonya kurar ve her iki
metin de şunu söyler: Açlık iyi bir şey değildir. Açlık önce fizyolojiyi
çökertir, onu oluşturan unsurları dağıtır, birbirinden habersiz, hatta düşman
hale getirir, sonra onun ışığını soğurarak kömüre dönüştürür. Kömürleşen bedende
ruhun ışığı parıldamaz. Kömürleşen bedenin içinde kendine yer bulamayan ışık
topluma da yansır ve orada da kısa devre yapar, böylece kendiliğinden kitlesel
sefalet gelir. Bedeni aç hiçbir ruh ışık vermez. Toplumu inşa karnını
doyurmakla başlar. Aç toplumlar değer üretemez, üretilmiş değerlerin kanını
emer. Toplumun değerle imtihanında açlık her zaman kaybettirir.