Acının kucağına doğmak
Çok fazla acı var. Çok fazla ayrılık. Daha önce defalarca söylendiği gibi yaşamak acı çekmek demek. İnsan dünyaya değil de acının bağrına doğuyor sanki ve büyüdükçe acılarını da kendiyle beraber büyütüyor. Sevincin ayakları o kadar kısa ki acının hizasını hiçbir zaman yetişemiyor. Belki de bu yüzden tam ortasındayken bile huzuru göremiyoruz. Belki de bu yüzden esenliği hep dışarıda, uzakta, uzağımızda ve aslında hiçbir zaman olmadığı yerde arıyoruz.
Neşelendiğimiz,
gurur duyduğumuz, coşkuyla kendimizden geçtiğimiz günler de var elbet. Kışı,
güzü gibi baharı da var hayatın ve onun sağına soluna yerleştirilmiş ufak tefek
keyifler de olsa olsa acıların şiddetini bir süreliğine unutturup insanı yeni
bir acıya hazırlamanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Doğarken de yaşarken
de ölürken de acı çekiyoruz. Acı bütün zamanlara eklemlenmiş geçmiş zaman,
şimdiki zaman, gelecek zaman kipi. Hangi cümlenin başı, ortası ve sonunda o yok
ki. Belki de bu yüzden doğarken ağlıyor insan. Kendi haline, ötekilerin haline,
dünyanın haline…
Başlangıçtan
beri acıyı hafifletmenin yollarını aradık. Cümle kurmayı öğrendik. Konuşursak
belki acımız hafifler diye, olmadı. Cümle de hayat gibi acının üstünü örterken
onun altını çizmeyi ihmal etmedi. Bu kadar şiir, bunca hikaye, bu düzeyde kitap
hep acıya ayarlı, acıya duyarlı, acının sözcüsü. Onu unutmaya çalışma biçimleri
bile yine gelip ona dayanıyor. Bazen bir dostun yüzünde bulduğumuzdur o. Bazen
dalgın bir arkadaşın uzak bakışlarında ansızın yakaladığımız. Bir ırmağa
dalarken de onu görürüz, karlı bir dağın yamaçlarından aşağı bakarken de. Bir
tepenin üstünden şehri süzerken evlerin bacalarındaki dumana karışan odur.
Gecenin bir vaktin, yalnız başımıza şehrin sokaklarını adımlarken kalbimize
gelip yerleşen de onu terk ederken gözyaşlarımıza karışan da o.
Deprem olur, sel
olur, fırtına çıkar, bir yangının içinde buluruz kendimizi, acı. Ayrılırız,
yakınlaşırız, buluruz, kaybederiz, acı. Atmosfer acıyla dolu oksijenden önce.
Sanki Yaratıcı, evreni yaratmaya karar verdiğinde onu acının harcıyla karıp
karıştırmış, onun hamuruyla yoğurmuş da geriye kalan her şey onun baharatı,
tuzu biberi ki acıdan ölmemenin, yaşamı devam ettirmenin yumuşak zemini olsun
geriye kalan her şey. Acı her yerde, her zaman, hep hem içimizde bir öz, hem
dışımızda bir halka, bir hale ve biz kıvranıp duruyoruz onun cenderesinde.
Gök gürlüyor,
yer altı öğürüyor ve biz bu ikisi arasında nereye kaçacağımızı bilemeden
korkuyla bulunduğumuz yere çakılıyoruz. Altımızdan seller, üstümüzden depremler
geçiyor, etimiz dağılıyor, kemiklerimiz ufalıyor, duygularımız parçalanıyor,
üşüyoruz, acıkıyoruz, susarak katlanıyoruz bütün bunlara. Belki bir sonraki an,
bir sonraki gün, bir sonraki ay bütün bu uğultular gider, bütün bu bulutlar
dağılır, bütün bu kederler uzaklaşır diye. Umutlarımız bizi ayartıyor, eninde
sonunda onun ihanetine uğruyoruz ne yazık ki. Hep bir gün sonranın hayaliyle
yaşamaya ayarlı hayatlarımız. Acının boğazımızı ha bire sıkan tazyikinden
böylece kurtulmaya çalışıyoruz. Hayat gerçekten de kısa. Gerçekten de acı
sevincin içine bile tohumunu bırakmış müzmin bir yara ve ondan kurtuluş yok.
Belki de yapılması gereken tek şey, geride kalanları unutmadan, geride
kalanları içimize alarak uyutmak, o uyutulmuş olanla kaldığımız yerden yolumuza
devam etmek. Başka ne yapılabilir ki? Ne denebilir ki azgın öğürtülerle
üzerimize gelen bulutları elimizin tersiyle itemedikten sonra. Üstesinden
gelemeyeceğin şeye katlanmayı da öğreniyor insan zamanla.
Bununla
birlikte, bulut geliyorsa yağmurun yağacağı belli ve görmeli. Ateşin
yakacağını, selin sürüp süpüreceğini bilmeli. Keçiler bile zararlı ottan uzak
durmayı bilirken insanın kendisine yönelen felaketin önlemini almamış, alamamış
olması neyle, nasıl izah edilebilir? Belki de biz, hayatı olması gerektiği
kadar önemsemiyoruz? Belki de biz bakmamız gerektiği kadar aynadaki yüzümüze
bakmıyoruz. Belki de biz bir kez doğduğumuzu, tek bir hayatımız olduğunu ve
aslında onun ne kadar değerli olduğunu fark edemiyoruz. Fark ettiğimizde artık
iş işten geçmiş oluyor. Belki de biz mutluluğun hep orada, bizim biraz ötemizde
durduğunu ve bir gün mutlaka oraya varacağımızı hayal ederek bugüne, buraya
ihanet ediyoruz. Yarına dair bütün acılarımızın sebebi bugünün gözlerinin içine
bakmayı ihmal etmek olmasın? Belki elimizdekinin değerini hak ettiği nispette
bilmiyor, elimizde olmayana yönelik safsatalarımızla şimdilerimizin içeriğini
boşaltıyor, yarınlarımızın garantisi olan şimdilerimizi elimizin tersiyle hem
de kendi ellerimizle itiyoruz. Sahip olduklarının değerini bilmeyenleri sahip
olunma olasılığı bulunanlar bilir mi? Şimdisini sevmeyeni gelecek neden sevsin
ki? Bütün yanılgılar, şimdiyi ihmalden kaynaklanmıyor mu? Bütün hataların
sebebi şimdiye yaptığımız yanlış değil mi? Başlangıç sonucun habercisi, sonuç
başlangıcın sözcüsü değil mi? Kendini sevmeyeni başkası nasıl sevsin? Kendine
değer vermeyeni başkası nasıl değerli görsün? Bölük pürçük şimdilerden muhteşem
yarınlar inşa etmeye çalışıyoruz, ne büyük yanılgı. Yaralı benliklerden olağanüstü
kimlik inşaları yüceltmeye çalışıyoruz, ne büyük gaflet. Ancak felaket
geldiğinde birbirini anlayan insanların, felaket olmadığı zaman dilimlerinde
yaşadığı söylenebilir mi? Acının birleştirdikleri sevmeyi öğrenemediği sürece
hayat hep yarınlara ertelenen mevhum bir hayal olarak kalmaya devam edecek.
Hayatın ortasında bile ölüm imgeleriyle bakıyoruz birbirimize ve sevgi hak
etmediğini düşündüğü insanların kalbine yuva kurmuyor.