Acılar duygu biriktirir
İnsanın değerlendirme yapmak, bilgiye ulaşmak
ve davranışlarını düzenlemek; kısacası insan ve dünya ile sağlıklı ilişki
kurmak üzere doneye ihtiyacı vardır. Bu donelere duyu organları, sezgileri ile
ulaşırken, akıl hem bilgiye ulaşma hem de birtakım çıkarsamalar yapmak üzere en
önemli yeti olarak devreye girmektedir.
Bu bağlamda duyu organları, sezgi gibi akıl
da insana hitap noktaları olarak dikkat çekmektedir. Bu yetilerin her birinin
insandaki karşılıklarını asla ihmal etmemek gerekir. Bunun anlamı, bu
yetilerden herhangi birisini ihmal etmek aslında sağlıklı olmayan sonuçlar
üretmektedir.
Doğrusu bu sağlıksız sonuçların farklı
yansımalarını tarihsel süreç içerisinde gözlemlemek mümkündür. Ortaçağ’da
Kilisenin giderek gerçekten kopması karşısında Modernlik aklı önplana
çıkarmıştır. Modernliğin doruğunu temsil eden uğrak noktalarından olan
Aydınlanma düşüncesi akla vurgu yapan rasyonel bireye göndermede bulunmuştu.
Descartes ile yeniden başlayan akıldan yararlanmanın yöntemini ortaya koyma
eğilimleri giderek kurumsallaştı; hatta süreç içerisinde insanın duyu ve
sezgilerini ihmal bir takım farklı dirençleri ortaya çıkarmıştır.
Nitekim bu ihmale karşı direnç noktalarından
birisi romantizmin yükselişi olarak olarak kendisini gösterdi. Bu direnç
insanın aynı zamanda irrasyonel, mitik göndermelerle de kendisini ifade
edebileceğini anlatmıştır. Bu dirençlerden bir diğeri de içinde yaşadığımız
postmodern süreçtir. Aklın evrenselliği ve külliliğine itiraz eden postmodern
durum, miti ve irrasyonaliteyi tekrar yükseltmiştir.
Yine düşünce tarihinin içerisinde insanın
duyu ve sezgilerinin temel bilgi kaynağı olduğu noktasında görüşler öne
sürülmüştür. Modern düşüncenin aklın bütün yetiler üzerindeki mutlak
egemenliği, süreç içerisinde yaralar almıştır. Nitekim Schopenhauer acıyı
akıldan istisna tutarken, Freud da bilinçaltını akıldan istisna edilmiştir.
Batı’da yaşanan bu süreci şu ifadelerin özetleyebileceğini söyleyebiliriz. Batı
düşüncesi bu yetileri insanın bütünselliği içerisinde ve bir denge halinde
konumlandırmamış; öne çıkardığı yetiyi mutlaklaştırmıştır. Tam da bu sebeple
bilginin kaynağı sorusunda rasyonalistler, sezgiciler ve duyucular şeklindeki
yaklaşımlar mutlak kategoriler olarak yerlerini almışlardır.
Müslüman dünya bilhassa 1800’lerden itibaren
modernlikle karşılaşmasıyla birlikte bir yenilgi halinin farkındalığını
yaşamaya başlamıştır. Doğrusu bu yenilgi doğu toplumlarında Edward Said’in
betimlediği üzere kendisi ile Batı arasındaki hiyerarşiyi sabitlediği gibi,
yenilgiden mülhem acılar üretmiştir. Doğrusu 1500’lerden itibaren başlayan
coğrafi keşifler ve sömürgeleşme süreci de müslüman toplumları hem sarsmış hem
de acılarını derinleştirmiştir.
Bu durum müslüman toplumların daha çok
duygusallaşmasını birlikte getirmiştir. Bunun anlamı; süreç içerisinde
sorunlarına sahip olduğu tüm yetilerle dengeli bakmak yerine duyguları ile
değerlendirme yapmayı tercih etmiştir. Tam da bu sebeple tarih bir hamasete
dönüşmüş ve geleceğe projeksiyon çizecek bir “ibret tablosu” olmaktan
çıkmıştır. Mazlumluk bir edebiyat olarak tüm söylemlerin ana mihverini
oluşturmuş; ancak mazlumluk söylemi toplumsal davranışları düzenleyecek bir
akılcılığa dönüşmemiştir.
Tam da bu noktada bu sıralar sosyal medyada
dolaşan Amin Maulof’a ait bir sözü mealen zikretmenin yeridir; “Ortadoğu
toplumları her şeye üzülürler ancak sorunlar karşısında ilgisizdirler.” Bu söz
büyük oranda müslüman toplumların her şeyi hamasete boğduklarına göndermede
bulunmaktadır.
Belirtilmelidir ki, müslüman toplumların
sorunları gerçekten ağırdır. Fakat bunları çözmenin yolu duyu ve sezgileri
kaybetmemek kaydıyla bilgi ve aklın beslediği üretimler olacaktır.