Abdülhamid'in kadrosuzluğu ve İslâmcıların acemiliği
Osmanlı’nın küresel güç olmaktan çıkıp Cumhuriyet’le birlikte ulus devlete dönüşmesi, uzun bir süreç almıştı. ‘Hasta Adam’ olarak nitelendirilen Osmanlı’nın toprak kaybı, gerileme, askeri silah ve teknikleri yenileyememesi gibi sorunları, mali konularla birleşince yıkılışa doğru bir gidişat söz konusu olmuştur.
İmparatorluğun son yarım yüzyılı sürekli birbirini takip eden yıpratıcı ve hasar verici savaşlarla geçmesi beklenen sonu getirmiştir. ‘Neden geri kaldık? Devlet nasıl kurtulur?’ soruları, Osmanlı ve akabinde Cumhuriyet münevverlerinin en temel sorusu olmuştur. Artık günümüzde, bu soru geçmişte kalmış bir sual olarak durmaktadır. Bugünün sorusu; yüksek teknoloji, yüksek tefekkür, yüksek erdemin nasıl gerçekleşeceğidir?
Tanzimat’ın (1939), eski (alaturka) ve yeni (alafranga) tartışması, ülkeye yenilik adına ve terakki namına bir katma değer kazandırmadı. Islahat Ferman’ının (1856) akabinde Meşrutiyet’le (1876) çözüm formülleri çoğaldı. Artık Batıcılar, İslâmcılar ve ondan doğan Türkçüler, ‘terakki’nin (ilerleme) çözüm yolunu kendi reçeteleriyle sunmaktaydılar. Ziya Gökalp gibi bazıları, bütün formülü tek bir kazan içerisinde mayalayarak ‘Batılılaşma, İslâmlaşma ve Türkleşme’ olarak sunarken, Türkçülerin önde gelen münevveri Yusuf Akçura ise ‘üç tarzı siyaset’le bu ilacı ilan etmekteydi.
İslâmcıların ‘Batının tekniği al, kültürünü alma’ çözüm önerisi, altı çok temellendirilmemiş sloganvari bir formül olarak görülürken; içtihat, terakki, inşa, ihya ve tenvir kavramları, yeni bakış açısını şekillendirmekteydi. İslâmcıların ve onların yetiştiği okulları ve Darülfünun’u kuran Abdülhamid’in amacı, ittihad-ı İslâm idi. Yani İslâm birliği, bu iki birbirine müspet bakmayan cenahın ortak hayalleri olarak kaldı. İslâmcılar, Abdülhamid’le yollarını ayırmışlar, Sultan’ı büyük bir ‘müstebit’ olarak görmekteydiler.
Dolayısıyla Elmalılı Muhammed Hamdi, İsmail Hakkı İzmirli, Ahmed Naim, Said Halim Paşa, Musa Kazım, Ferid Kam, Mustafa Sabri, İsmail Fenni, Şehbenderzâde Ahmet Hilmi, Mehmet Akif, Said Nursi, M. Şemseddin (Günaltay) Eşref Edip gibi İslâmcılar, düşüncelerini ifade etmek için bir takım gazete ve dergiler çıkarttılar.
Daha çok İkinci Meşrutiyet’le (1908) hız kazanan İslâmcı matbuat; Sırât-ı Müstakîm (Sebîlürreşâd), Beyânülhak, Livâü’l-İslâm, Hikmet, İttihâd-ı İslâm, Tasavvuf, İslâm Mecmuası, Volkan gibi gazete ve dergilerle şekillendi. Burada en büyük muhalefet, otuz üç yıl hükümranlık süren Abdülhamid’e karşı olan itirazda toplanmaktaydı.
Sultan’a karşı aşırı tepkiyle İslâmcılar, kökleri itibariyle uyuşamayacakları İttihad ve Terakki cemiyetine karşı ilgi duyarak ona katıldılar. Bazıları bu kapsamda Meclis-i Mebusan’a dahil oldular. Meselâ Said Halim Paşa İttihat ve Terakkî Fırkası başkanlığı, Mustafa Sabri Efendi İttihat ve Terakkî üyeliği, Ahâli Fırkası ile Hürriyet ve İtilâf Fırkası kuruculuğu, Elmalılı Muhammed Hamdi Evkaf nâzırlığı, Seyyid Bey İttihat ve Terakkî Fırkası başkanlığı, Said Nursi İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti kuruculuğunda bulundular. (Azmi Özcan, ‘İslâmcılık’, TDV İslâm Ans.)
İslâmlaşmak; aslında İslâm’ın inanç, ahlâk, yaşayış ve siyasete ait ilkelerinin tam olarak hayata geçirilmesi anlamına gelmektedir. Burada ‘öze dönüş ve modernleşme’ ise, anahtar kavramlar ve alanlar olarak yerini almaktadır. (İlhan Kutluer, TDV, İslâmcılık)
1909 yılı itibariyle muhalefet, Abdülhamid’i 31 Mart Vakası’nın suçlusu olarak tahtan indirmeye karar verir. Rivayetlere göre, Abdülhamid’in hal fetvasını, Şeyhülİslâm imzalamaz. Hal fetvası metnini, özel kalemi Elmalı Muhammed Hamdi yazar. Hatta o, İttihatçılarla birlikte, Şeyhülİslâm’a imzalaması için de baskı yapar.
Abdülhamid Han ise, hakikatte Osmanlı’nın son imparatorudur. Devleti, otuz üç yıl ayakta tutmayı başarır, yine de Osmanlı Rus savaşı ile birlikte birtakım isyanları ve bağımsızlık hareketlerini önleyemez. O, ülkesini, bu zor günlerde sakin ve sessiz bir şekilde yenilemek amacını güder.
Aynı amacı taşıyan Abdülhamid ile İslâmcılar, bir araya gelmezler veya gelemezler. Bunun bilinen ve bilinmeyen birçok sebebi olabilir. Ancak Sezai Karakoç, (bizim de katıldığımız) bir başka pencereden bakarak, Sultan ve İslâmcılar arasındaki kavgayı, tartışmayı veya nizayı iki tarafı da birbirine yetirtmeden tahlil eder. Ona göre, Alman imparatoru Bismark gibi siyasî akla sahip olan Abdülhamid başa geçtiğinde (1876), eksik olan iyi yetişmiş, genç ve dinamik bir bürokrat ve idarî kadronun bulunmamasıydı.
Aydınlar içinde, yaşlı ve gençler arasında bir kavga mevcuttu. Batı’nın sistemli ve sürekli çalışmasıyla bu iki jenerasyon arasındaki mesafe çok açılmıştı. Abdülhamid’in mahrum olduğu kadro ve ekibin oluşması için zaman gerekliydi. Yaşlılar, devleti ayakta tutacak yetenekte değillerdi. Gençler ise, ‘onu, olanca hızla, korkunç bir uçurumdan aşağı atmak istiyorlardı. Sultan Abdülhamid, şöyle bir yol izledi: Yaşlı kadroyla devleti yönetirken, genç kadroyu oyalayarak vakit kazanmak, bu arada, asıl kurtarıcı kadro olan yeni bir nesil yetiştirmek…’
Kurtarıcı kadro için yeni bir nesil yetişmek gerekmekteydi. Bunu gerçekleştirmek için Sultan Hamid, çok sayıda farklı özellikte yeni okullar açtı, eğitim sistemini düzeltti. Üniversiteyi yeniden inşa ve ihya etti. Mülkiyeyi sağlam temeller üzerinde yeniden kurdu. Bu eğitim sistemi hem klasik hem de modern Batı kültürüne açık bir yapıyı göstermekteydi. (Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, s.14)
Sezai Karakoç’un ifadesiyle; “Jön Türk hareketinin sorumsuz ve yıkıcı faaliyetleri, yaşlı kadronun beceriksizliği, Devletin, yüzyıllardan beri birikmiş çöküntü işaretlerini zaman zaman Sultan Hamid’in bütün gayretlerine, geciktirmelerine ve etkisini azaltmasına rağmen vermesi, taze ruhlarda, meseleyi derinden görmeyen ve görmemesi tabii olan, vatanın hemen kurtulması romantik hayalleri içinde yüzen gençlerde, korkunç propagandanın da etkisiyle büyük sarsıntılar yapıyor ve bütün suç gizliden gizliye, içten içe Sultan’a yükleniyordu. Avrupa Sultan Aziz’i devirtince hemen devletin çökmesini beklemişti. Fakat bu olmamıştı. Aksine, Devlet, gittikçe kendine geliyor, güçleniyordu. Sessiz, gürültüsüz, patırtısız, şatafatsız, fakat gerçek bir maddî ve manevî kalkınma içindeydi…