ABD’nin Küresel Sahnesi
1823 yılında James Monreo; daha sonra “Monreo Doktrini” olarak anılacak olan ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanmıştı. “Amerika kıtasını sömürgeci Avrupalı İmparatorluklardan koruyacağız.” Bu doktrin 1900’lü yılların başına kadar ABD dış politikasının temellerini oluşturdu. Bu süreç ABD’nin bir kıta devleti olarak ekonomik ve siyasal anlamda güçlenmesini sağladı.
Devam eden süreçte ise ikinci bir doktrin etkili olmaya başladı. ABD’nin SSCB’yi çevrelemesinde ve “yeni bir dünya düzeni kurma hedefini” belirlemesinde etken olan “Truman Doktrini” Bu doktrin tam anlamıyla Soğuk Savaş dönemine damgasını vurdu ve ABD’nin Ortadoğu coğrafyasında da etkin olması sonucunu getirdi. Soğuk Savaş döneminde Eisenhower’dan Reagan’a kadar tüm ABD başkanlarının dış politika anlayışı tamamen bu doktrinin ortaya koyduğu anlayış üzerine şekillendi.
Ancak Soğuk Savaş’ın bitimiyle ABD yeni bir strateji ile dış politikasını yönlendirmek zorundaydı. Zira artık karşılarında bir “düşman” yoktu. SSCB dağılmıştı ve ABD “tek süper güçtü!” Bu dönemde ABD kendisine yeni bir rol biçiyordu. Küresel sorunları çözme noktasında gönüllü bir ülke olma rolü... Daha sonra “dünyanın jandarması” noktasına evrilecek olan bu rolün önünü ise Birleşmiş Milletler açıyordu. 2001 yılında BM komisyonunda “Koruma Sorumluluğu” başlığıyla yasalaşan metin ile insani nedenlerle bir devlete müdahale edilmesinin önü açıldı ve yasalaştı. ABD daha sonra bu yasayı kendi dış politikasının dümenini kırdığı yeni istikamette defalarca kullanacaktı. Başta Irak müdahalesi olmak üzere “demokrasi ihracı” dönemi başlamış ve uluslararası hukuk eliyle de desteklenmiş, meşrulaştırılmıştı.
11 Eylül olaylarından hemen sonra W.Bush, ABD’nin yeni dönem dış politikasının temellerini oluşturacak olan anlayışı şu ifadeler ile açıklıyordu; “Ordumuzun yapacak bir işi vardır ve bunu yerine getirecektir. Dünyayı bu ipten kazıktan kurtulmuşlardan temizleyeceğiz. Özgürlüğe tutkun bütün halkları terörizmle mücadeleye davet ediyoruz.'' Yani artık ABD, dünyanın neresinde olursa olsun “insanlığa hizmet etmek için” müdahalelerde bulunacak bu müdahalelere karşı çıkanları ise terörizme destek vermekle suçlayabilecekti. “Küresel Teröre Karşı Savaş” olarak adlandırılan bu anlayış ABD’nin dış politikasına yön verecek yeni doktriniydi... Artık ABD tam anlamıyla “dünyanın jandarması” rolünü üstlenmiş oluyordu.
Yeni sürecin çıkış noktası ise halen üzerindeki tartışmalar bitmemiş olan 11 Eylül olayları bahaneli olarak literatüre girmesi sağlanan “İslami Terör” ifadesiydi. ABD bu kavramla dizayn etmek istediği bölgelerde “Hollywood Filmleri” çekmeye başladı.
Örneğin; Suriye’de DEAŞ’ı kurdu ve 2011 yılında başlayan iç savaştan bu yana artık kara gücüm diyebildiği PKK/YPG ile birlikte “İslami Terörle Mücadele” başlığı altında DEAŞ’ın elde ettiği toprakları diğer bir terör örgütünün kontrolüne vererek, Suriye içerisinde bir “devlet” kurma noktasına geldi. Dünyanın birçok noktasında da buna benzer örnekler görmek mümkün. Dünya kamuoyu ise bu filmi sessizce izlemekle yetindi. Zira yaşananların bir senaryo olduğunu ifade etmek “terörizme destek” yaftasını yemek olacaktı...
ABD bugün gelinen noktada başta Ortadoğu coğrafyası olmak üzere birçok başlıkta hedeflerine “sabırla” ilerliyor. Bu ilerleyişte; yeri geldiğinde askeri yeri geldiğinde terör yeri geldiğinde ise ekonomik argümanları yıkıcı birer unsur olarak kullanmaktan asla çekinmiyor. Devşirdiği bölgesel yönetimlerin sağladığı psikolojik ve ekonomik avantajları da heybesine koyan ABD, tam anlamıyla küresel bir mafya konumunda...
Platosu bölge coğrafyası, figüranları bölge halkları olan ABD yapımı film ara vermeden oynuyor, oynatılıyor. Peki Dünya kamuoyu bu filmi daha ne kadar izleyecek? Bunu hep birlikte göreceğiz...