ABD ve Hegemon devlet anlayışı
Amerika Birleşik Devletleri, 20. yüzyılın başlarından, yani ABD'nin sömürgeci bir güç olmaya ve eski dünyanın işlerine karışmaya başladığı dönemden itibaren, başta Ortadoğu olmak üzere dünya jeopolitiği ile yakından ilgilenmektedir. Ancak asıl ilgisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Batı dünyasının lideri olarak, aynı zamanda dünya lideri de olduğunu ilan ettiği dönemde gelişti.
1.Dünya Savaşı bittiğinde ABD, dünyanın en güçlü devleti ve
nükleer silahlara sahip tek ülkesi idi. Hem askeri ve siyasi hem de ekonomik
bakımdan rakipsiz durumdaydı.
1980'lerin sonlarında meydana gelen gelişmelerle Doğu Bloğunun
yıkılıp, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve neticede iki kutuplu Dünya
sisteminin ortadan kalkması, ABD'nin Soğuk Savaşı kazanması olarak algılandı.
Ancak, Fukuyama'nın, iddia ettiği gibi, ne tarihin ve Dünyanın
sonu geldi ne de askeri ve savunma harcamalarında bir azalma görüldü. Bilakis,
ABD'nin Soğuk Savaş dönemindeki belirgin dış politika anlayışı, yerini, belirsiz
ve istikrarsız bir dış politika eğilimine bıraktı.
Hemen arkasından, “Yeni Dünya Düzeni” iddiası ortaya atıldı. Bu
yeni Dünya düzeni, tamamen Amerikan yapımı bir Dünya
düzeni idi, sözde barışı ve istikrarı sağlayacaktı. Bir PaxAmerikan beklentisi
vardı, ancak gerçekleşmedi.
Yeni Dünya düzeninin oluşturulmasının, sancısız olamayacağı
anlaşıldığında ise, yeni “ötekilerin” bulunması ve gerekirse yeni cephelerin
açılması gerekecekti.
Yeni durumlara uygun yeni kavramlar ve kuramlar geliştirildi.
Bunlardan, en çok üzerinde durulan ve en çok ses getireni ise “medeniyetler
çatışması” tezi oldu. Buna göre, ideolojilerin, milliyetçiliklerin ve
prenslerin savaş dönemi bitmiş; sıranın, medeniyetler arası savaşlara geldiği
iddia edilmekteydi.
Huntington'a göre, başka bir medeniyetten, Batı medeniyetine
karşı yakında bir meydan okuma olacaktı. Batı medeniyetinin, en ciddi
alternatifinin İslam medeniyeti olduğunu, dolayısıyla en ciddi “öteki” ve
düşmanın da İslam Dünyası olduğunu ilan etti.
İdeolojilerin hâkim olduğu dönemin “kızıl tehlikesi” yerine,
medeniyetler çatışması çağının “yeşil tehlikesi” uluslararası siyasetin
belirleyici unsuru olarak tanımlandı.
Kültürel ve ekonomik özelliğinden dolayı Ortadoğu, sonrasında
orta Asya, bu yeni anlayıştan en çok etkilenen coğrafya olacaktı.
Beyaz adamın genlerinden gelen Emperyal ve sömürgeci kod,
ABD'nin uluslararası toplumla ortak hareket etmek istememesini, genellikle tek
yanlı olarak davranmasını sağlamıştır. Neticede on yıllardır, içte ve dışta
yapmak istediklerini ne pahasına olursa olsun tek başına yapabilmişti.
Hemen hemen bütün uluslararası platformlarda, uluslararası
toplumun ortak çıkar veya küresel fayda anlayışının dışına çıkarak, hegemon
devlet anlayışı ile sadece ve sadece ulusal çıkarlarını öncelemektedir.
Bugün itibariyle Dünya nüfusunun % 40'ını oluşturan 35 devlete
karşı tek taraflı ekonomik ambargo uygulayan ABD'nin bu tek yanlı politikaları,
bugün artık müttefikleri tarafından bile eleştiri konusudur.
TÜM dünya artık, tek yanlı dayatmaya dayalı siyasetten şikâyet
eder duruma gelmişse, mevcut durum, Amerikalıların istediği gibi değildir
demektir.
Öyle ki; Latin Amerika ülkelerinde anti-Amerikancılık, iktidara
gelmek için kullanılan en önemli söylemlerden biri olmuş durumda. Zira halkın
yönelimi bu yöndedir. Neticede, Venezüella, Bolivya ve Şili gibi bu bölgede
Amerikan karşıtı parti ve liderler ciddi anlamda karşılık görmektedir.
ABD politikaları, dost ülkeleri de hedef almaya başlayınca,
Hindistan gibi, on yıllardır ABD müttefiki olan ülkeler de Amerikan hegemonyasından
endişe etmeye başladı.
Dün olduğu gibi bu günde Amerika, gururunun ve şiddet temelli
kültüründen dolayı tarih boyunca en iyi konuştuğu dil, en kestirme yöntem olan
savaş dili olmuştur.
Daha fazla güç kullanılarak, Dünyanın, Amerikan değerlerini
benimsemiş duruma geleceğini ve küresel istikrarı sağlayacağını düşünen aklın,
ABD yönetiminde daha etkin olduğu görülmektedir.
Farklı bir algılamaya sahip olan dünya toplumları ve devletleri,
artık ABD'yi “tepede parlayan şehir” olarak görmemekte ve hegemonyasını
benimsememektedir.
Ve bugün, binlerce yıllık bir tarih, kültür ve sağduyu
karşısında, bazı şeylerin rahat değişemeyeceğini anlamak için, ABD'nin 250
yıllık tarihi yetmiyor ne yazık ki.