Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
12 Ocak 2019

​​​​​​​Suriye politikamızda kuşatıcı olmanın zorunluluğu

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı için İngilizlerle, Fransızlarla hatta Almanlarla ittifak arayışı bu devletlerden rağbet görmemişti. Bilahare Almanlar, “bazı cephelerde yükümü hafifletir” diye Osmanlı’nın ittifakta yer almasını kabul eder.

Dört yıl süren savaş, aralarında Osmanlı Devleti’nin bulunduğu İttifak Devletleri’nin mağlubiyeti ile sonuçlanır. Savaş sona erer ve mağlup devletlerle antlaşma imzalanır. Mağlup devletlerin ateşkes ve antlaşma talepleri derhal yerine getirilirken, Osmanlı’nın teklifi uzun süre dikkate alınmadı. Derken 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi olarak tarihe geçen ve Osmanlı’nın sonunu getiren teslimiyet belgesi imzalandı. Maddeler/şartlar çok ağırdı, mütareke maddelerine göre ordu dağılacak, İngilizler Anadolu’da istedikleri yerleri işgal edebilecekti.

Burada dikkatimizi çeken husus mütareke imzalandığı halde keyfi işgallerin ard arda gelmesiydi. İstanbul başta olmak üzere Anadolu işgal altındaydı ve İngiliz’i, Fransız’ı, Yunan’ı Anadolu’yu kendi aralarında paylaşıyordu. Bu milletin bir daha ayağa kalkmayacağını düşünüyorlardı ki ne savaş hukuku ne de insanlık tandılar.

19 Mayıs 1919’da başlayan Kurtuluş Savaşı milletimizin büyük zaferiyle sonuçlandı. Yunan’ı denize döken, Fransızlarla İngilizleri çekilmeye mecbur bırakan bu millet idi. Lakin savaşı kazanan taraf olduğumuz halde Misak-ı Milli’ye sahip çıkamadık. Gerekçe ne olursa olsun bu eksiklik ve zafiyet kabul edilemez bir durumdu.

Ne yazık ki bu konuda yazılan tarih kitapları uzun yıllar boyunca gerçeklerle bağdaşmayan masa başı bilgilerle doluydu. Savaşı kazanan taraf olduğumuz halde Misak-ı Milli’ye neden sahip çıkmadığımız anlatılamadı. Utancından mı nedir bilmem lakin bu konunun mübhem kaldığı bir vakıadır. Oysa devletlerin, milletlerin tarihi o devletin ve milletin onurudur, aynı zamanda hafızasıdır.

Tarihimizdeki mübhemliğin tarihimizin öğretildiği kitapların ecnebiler ve “ecnebi kafalar” tarafından kaleme alınmasını gerekçe gösterenler haksız sayılmazlar. Halbuki tarihini başkalarından alan bir millet kendisini olduğu gibi değil, başkalarının yani tarihini yazanların istedikleri gibi görmek, tanımak zorundadır. Bu sebeple milletler tarihine sahip çıkmazlar ise istemediği sonuca da katlanmak zorunda kalırlar.

Mesela “Bize ne Halep’ten?” ya da “Şam’ın sorunu bize mi kalmış?” diyenlerin bir kısmını yadırgamıyorum. Zira bırakın tarih felsefesini, tarih bilincini, jeopolitik ve teo-stratejiyi; bu insanlara Şam’ın, Halep’in, Mercidabık’ın tarihi süreç içerisinde bizim için ne ifade ettiğini anlatamayan bir resmi tarihimiz var. Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” söylemini de anlamadıkları için bizim dini ve siyasi hinterlandımızla ilişkimiz bu söylemin yanlış yorumuna feda edildi. “Aman aman başkalarının toprakları ile ilgili söz söylemeyelim” diyen kafa kendi topraklarının tartışır hale gelmesini kolaylaştırdı.

Kürtleri korumak Türkiye’ye düşer

Geçmişini/tarihini doğru öğrenemeyenlerin geleceğini doğru temellerle inşa edemeyeceğini anlatmama gerek var mı? Tezekkür geçmişe yönelik düşünme ameliyesidir, dolayısıyla tezekkürü yanlış olanın tedebbür ve tefekkürünün doğru olmasının mümkünatı yoktur.

Bunların yüzünden kendi havzamızın insanları ile mesela bizim iken ‘komşu edilen’ Kürtlerle sağlıklı bir ilişki ve iletişim kuramadık. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte ne İran’daki ne Suriye’deki ne Irak’taki Kürtlere yönelik bir devlet politikamız oldu. Rahmetli Erbakan Hoca ile Özal dışında 80 yıl boyunca devletin yöneticileri, “Siz Kürtler, asırlardır Osmanlı teb’ası olarak aynı kaderi paylaştığımız kardeşlerimizsiniz” diyemedi. Bu kardeşlerimizin cizlavet kara-lastik ayakkabı taleplerini bile geri çevirdik. Demirel döneminde bile Irak diktatörlüğü tarafından uğradıkları katliamla ilgili yardım mektubunu Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay açmadan geri göndermişti.

Bunları yazmayan bir tarihin, ulusçuluk rüzgarının gecikmeli de olsa bölgemize uğrayıp yol açtığı tahribata karşı hazırlıklardan bizi mahrum bırakmaktan başka bir işe yaraması mümkün mü?

Şimdi yeniden başlamanın zamanı,

Suriye topraklarında ülkesinin ve milletinin bekası için mücadele eden askerlerimizin hem de yeni dünya inşa edilirken orada yaşayan Kürt, Türkmen, Arap kardeşlerinin gönlünü fethetmesi anlamlı ve değerlidir.

Devletin sivil dilinde de aynı “fetih” anlayışına sahip olması geçmişin tahribatlarını onarmayı hızlandıracaktır.

Daha önce de defalarca yazmıştım:

Kürtleri korumak Türkiye’ye düşer. Bilhassa Başkan Sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye Kürtlerin yegâne dostu, kardeşi, destekçisi, hamisidir.

İran’ın, Suriye’nin, Irak ya da başka bir devletin buna gücü de yetmez buna hakkı da yok. Gerisi bize kalmış.