​​​​​​​Çınarın Son Yaprağı; Yahya Kemal
“Dün gece radyoda dinledim: Yahya Kemal ölmüş. Büyük şair. Hocalarımdandı da hem de çok şey öğrendiğim hocalardan. 73 yaşındaymış. Bir hayli zaman uyuyamadım. Yahya Kemal gençliğimdi biraz da. Büyük şair, usta. Telgraf çekeyim dedim… Kime? Ne tuhaf şey ne garip hâldeyim, Yahya Kemal’in ölümünden duyduğum acıyı, halkıma bildirmek için telgraf çekecek adresim yok. İşte böyle.”
Yukarıdaki cümleler, Nâzım Hikmet’in Yahya Kemal Beyatlı'nın ölümünün ardından eşine Moskova’dan yazdığı mektupta geçiyor. (Bu mektubu tarih dergisinin Temmuz sayısında, araştırmacı Haluk Oral yayımlamıştır) Yahya Kemal, Nâzım Hikmet’in hocasıydı.
Yahya Kemal, Osmanlı’yı var eden medeniyetin izini sürmüş, derin tarih ve kültür birikiminden ziyadesiyle istifade edebilmiş ender şairlerdendir. Peki, kimdir Yahya Kemal?
1884 yılında Üsküp'te doğdu. Asıl adı Ahmed Agâh'tır. İlköğrenimini Üsküp'te gördü. İstanbul Vefa Lisesi mezunudur. Fransa'da Siyasal Bilgiler okurken hocası Albert Sorrel'in etkisinde kalarak düşüncelerinde değişmeler oldu. Tarihçi Camille Julien’in bir sözü ona yeni bir ufuk açtı: “Fransa toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı.”
Yahya Kemal’in görüşlerinin oluşmasında Paris’te geçirdiği dokuz yılın büyük etkisi olmuştur. Burada, Fransız sembolist ve parnasyen şairleri tanıyordu. Şiirine bir temel oluşturmak için sürekli düşünüyordu. Devrin meşhur tarihçileri Albert Sorel ile Camille Julien’in yazılarını ve derslerini takip ediyor, evlerindeki sohbetlere katılıyordu.
Yahya Kemal, bu yoğun düşünce ve araştırma sonucunda büyük değişim yaşamıştır. Böylece Servet-i Fünûn şiirinden uzaklaştı. Yeni bir şiir dili kurmak istiyordu. Milletimizin hislerini yansıtan halis bir dil olmalıydı. Fransızlar klasik metinlerden hareket edip yeni Fransız şiirine ulaşmışlarsa, biz de divan şiirini günümüzde yeniden dirilterek ondan pürüzsüz, saf mısralar elde edebiliriz, diye düşünüyordu.
Yahya Kemal, Fransa dönüşünde sanat, tarih ve edebiyata dair görüşünü kendi edebiyatımıza uygulamak istedi. Millî tarih kavramını vatan yaptığımız Anadolu topraklarında başlatmış oldu. Türklerin Anadolu’da kurdukları medeniyeti ve onu var eden unsurları tanımak istiyordu. Yahya Kemal, bu anlayışla “Eski Şiirin Rüzgârıyle” isimli kitabındaki şiirlerini yazdı. Divan şiiri formunda yazdığı şiirler, ölmüş sanılan bir medeniyetin yeniden ihyasını gösteriyordu. Aruzun son derece başarıyla uygulandığı bu şiirler, onun şöhret kazanmasını sağlıyordu.
Tarih ve edebiyata dair görüşlerini dile getirdiği makalelerini dönemin gazete ve dergilerinde yayımlamıştır. Bu yazılar, “Edebiyata Dâir ve Eğil Dağlar” isimli kitaplarında yer almıştır.
Yahya Kemal, Osmanlı’yı var eden kültür unsurlarını şiirinde kullanan, saf ve temiz bir dilin şairiydi. Aynı zamanda Charles Baudelaire ve Paul Verlaine hayranıydı.
Fransızcayı iyi bildiği için Lozan heyetine danışmanlık yapmıştır. Sonrasında milletvekili, büyükelçi de oldu ama o daima şair kimliğiyle tanındı.
Ziya Gökalp ile tartışmalara girerdi. Bir sohbet sırasında, "Harâbîsin, harâbâtî değilsin. Gözün mâzîdedir, âtî değilsin" diye takılan Gökap’e verdiği cevap, Yahya Kemal'in düşünce dünyasının özetiydi aslında: "Ne harâbî ne harâbatîyim. Kökü mâzîde olan âtîyim."
Yahya Kemal’in ölümünden on yıl sonra Yakup Kadri şöyle diyordu: “Sinan, İstanbul'un dış manzarasında neyi tamamlamakta ise Yahya Kemal onun iç manzarasında öyle bir şeyi tamamlıyordu.”
Ölüm yıl dönümünde(1 Kasım 1958) şu dörtlüğü onu anlatmaya yeter:
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.
Yahya Kemal, Beşir Ayvazoğlu’nun “Eve Dönen Adam” diye tarif ettiği, Batı’yı çok iyi bilen ama evine dönen, şiiriyle “Kendi Gök Kubbemiz”de salınan Osmanlı çınarının son yaprağıydı.