28 Şubat'ın İzleri
Türk demokrasisi açısından halkın bilinçlenmesinde 28 Şubat zulmünün
önemi inkar edilemez. 28 Şubat’ta hedef alınan siyasilerin uzlaşmacı
tutumları toplumsal kaosun önünü tıkadı. Yaşanan mağduriyetler, insan hakları
ihlalleri, kızların eğitim haklarının elinden alınması, düşünce ve inanç
özürlüğüne vurulan prangalar, kadınlar, kızlar ve başörtüsü üzerinden toplumu
sindirme girişimleri sonucunda milyonlarca drama şahitlik ettik. Başörtülü
olduğu için tedavi edilmeyen, duruşmadan kovulan insanları gördük. Başörtüsü
zulmünün ortadan kalkmasına kadar toplumun bir çok kesimi 28 Şubat’ın
rüzgarından etkilendi. Yani 28 Şubat bin yıl süreceği kurgulanan bir baskı
rejiminin adıydı.
28 Şubatçıların ilerlemiş yaşlarına rağmen cezalarını
çekmesi için hapishanelere gönderilmesi toplumun çeşitli kesimlerini rahatsız
etmiş. Af istiyorlar af. Ancak Bu affı
hiçbir zaman ceza alanlar istemedi. Hiçbir zaman toplumdan, zulmettikleri
insanlardan özür dilemediler. Dileyeceklerini de zannetmiyorum.
Tartışmalara konu isimlerden biri de dönemin dirayetli
paşası Çevik Bir. Bir, yaş haddinden emekli edildikten sonra veda ziyaretleri
arasında İstanbul Valiliği’ni de aldı. Malum CNR yönetim kurulu üyesi ve oradan
28 Şubat’ın sivil ayağını oluşturan sözde legal özde illegal (BÇG ve
uzantıları) gibi örgütlere kaynak transfer etmesi lazım. CNR’ye ayrıcalık için
vilayetin kapısını çalıyor. Görüşmeden sonra gazeteciler içeri alınıyor.
Fotoğraflar çekiliyor. Soru cevap faslı başlıyor. Paşa’ya peşi sıra iki soru
sordum. Birinci soru TSK’dan emekli edildikten sonra ne yapacağı, nelerle
meşgul olacağı. Bu soruya, torunlarımı seveceğim, güzel bir bölgede güzel bir
hayat yaşayacağım diye cevap vermedi. “Bugüne kadar silahlı kuvvetlerin emrinde
çalıştım, bundan sonra demokrasinin emrinde çalışacağım” diyordu. Resmi her
hangi bir görev istemediğini, 28 Şubat post modern darbesinin topluma hazmettirilmesi
için sivil toplum kuruluşları kanalıyla
yapacakları çok iş olduğunu anlattı.
Valinin protokol odasını buz kestiren ikinci soruya geçtim.
Efendim demokrasiye hizmet edeceğinizden söz ediyorsunuz. 28 Şubat’ta
demokrasiye vurduğunuz darbeden, hükümeti alaşağı etmeye çalışmaktan dolayı
pişman mı oldunuz? Cümleleri çıktı ağzımdan yarı yarıya kekeleyerek. Paşa bir
anda celallendi, kükredi. “Ben ne yaptıysam Cumhuriyetin ve demokrasinin
ilelebet yaşaması için yaptım” diyordu özetle. Atatürk ilkelerini, Cumhuriyetin
faziletlerini, gericilerin aslında demokrasiyi yıkmak için demokrasiyi kılıf
olarak kullandıklarını anlattı, en az yarım saat, hışım ve celalle. Bizim
gazete haberi ‘pişman değilmiş’ diye kısalarda gördü. Sözde özgür özde brifing
basınından onca kamera televizyon,
gazeteci kendilerine göre bu deli saçması soruya haber değeri yüklemediler.
28 Şubat ile 15 Temmuz arasındaki fark kurmay zeka farkıdır.
28 Şubat’ı yapanlar belirli bir kurmay zekaya sahiptiler. Yani yapacakları
hareketin toplumsal karşılığını hesaplıyorlardı. O yüzden toplumun kılcal
damarlarıyla oynarken bile darbeyle yönetimi toptan ele almaya cesaret
edemediler. İstediklerini Demirel’e yaptırdılar. 15 Temmuzcuların, hesap hatası
ise, milletin arzu ve isteklerinin Erdoğan’ın şahsında simgeleştiğini,
Erdoğan’ı ise yaverinden, cumhurbaşkanlığı koruma alayına kadar kuşattıklarını
düşündükleri için toplumsal tepkiyi hiç hesap etmediler. O yüzden de pervasız
oldular. Ve kaybettiler. Millet kazandı.
Şimdi gelelim efendim yaşları ilerlemiş bu zevatı
cumhurbaşkanı affetsin mi, affetmesin mi? Meselesine. Tabiki ortada bir hukuk
kararı varken, yaşanmış milyonlarca mağduriyet varken, Cumhurbaşkanlığının
takdirine kimse bir şey demez. Ancak bu af meselesini dillendirenlerin asıl
amacının milletin arzu ve istekleriyle simgeleşen Tayyip Erdoğan markasını
milletin gözünde zedelemek olduğu gerçeğidir. Ayasofya’nın ibadete açılışına
misilleme olarak Ekrem İmamoğlu’na Heybeliada Rum Okulu’nu restore
ettirenlerin, Türk milletini var eden özünden, kültüründen (dini, gelenekleri,
örf-adeti) koparma çalışmalarını fasılasız sürdürdüklerini unutmayalım. Yıllarca
devlet ile millet arasında oluşturdukları uçurumlar sayesinde Türkiye’yi
sömürenler yine devlet ile millet arasında, hendekler, duvarlar, uçurumlar
oluşturma arzusundalar. O yüzden, Erdoğan deyince, ilk kullandıkları kelime saray,
tek adam. Erdoğan’ın milletin emrine amade ettiği devleti, millete karşı,
milletten ayrı, millete düşman gibi gösterme sevdasındalar. Erdoğan eskiden
milletin adamıydı, şimdi devletin adamı oldu, etrafı menfaatperestlerle
sarıldı, milletin sesini artık duymuyor. Argümanlarını topluma boca ediyorlar. Daha
şimdiden Erdoğan sonrasının hesaplarına başladılar. Hergün ayrı bir tezviratı
piyasaya sürüyorlar. İngiliz savunma bakanının yapmadığı bir açıklamadan dolayı
bile Karabağ, Akdeniz, Libya, Suriye ve Irak’ta emperyalizme kök söktüren
Erdoğan’ın emperyalizme boyun eğdiği algısını oluşturmaya çalışıyorlar. Mısır’da
Türkiye ile menfaatlerini birleştiren Mursi’ye karşı nasıl darbe yaptılarsa,
Tunus’da Türkiye ile savunma ittifakı kurmak isteyen yönetime Cumhurbaşkanı
darbesi yaptılarsa, bugün savunma silahlarını Türkiye’den alacağını
açıklayarak, batı çıkarlarını zedeleyen Bangladeş için de aynı adımları
atarlar. Türkiye ile çalışan Pakistan, Azerbaycan, Katar ve Somali’ye
söylemedikleri laf, atmadıkları iftira kaldı mı?
Türkiye için geliştirdikleri üç senaryo var, erken seçim,
demokrasi dışı yöntem, veya 2023’ü bekleyerek zeminin olgunlaşmasını sağlayamak,
Erdoğan’a sandıkta darbe vurmak. 28 Şubatçı paşalar Adli Tıp’tan alacakları
sağlık kurulu raporlarıyla cezaevinde kalmamanın yollarını zorluyorlar. Cumhurbaşkanı
28 Şubatçıları affederse, demokrasi dışı yöntemlere başvurabileceklerin veya
zeminin olgunlaşması için eylem ve söylemlerle görevlendirilmişlerin ekmeğine
yağ sürer. 28 Şubat’ın yeniden hortlamasına vesile olur…. Vesselam…..