28 Şubat ve 15 Temmuz'dan ders aldık mı?
CIA güdümlü FETÖ’nün menfur darbe girişiminin yıl dönümünde, mukaddesâtına sahip çıkmak için anadan, babadan, serden, yardan geçen şehitlerimizi ve gazilerimizi minnetle andık.
Allah hepsinden razı olsun.
Profesör Mazhar Bağlı’nın, “O gece insanlar 11’inci kattaki apartmanın
üzerine çıkarak alçaktan uçan uçağa kafa atarak şehit oldular!” cümlesi
sosyal medyada dalga konusu haline getirilmeye çalışıldı ama, gerçekten de
uçaklara kafa atmaya çalışanlar vardı o gece.
Yani uçaklara yetişebilmiş
olsaydılar, hiç tereddüt etmeden kafayı
çakacaklardı!
Yetişebildikleri tanklardı ve o
devasa tankların önüne nasıl yattıklarını hep birlikte gördük.
O gece insanımızın ortaya koyduğu
kahramanlığı hafife almak büyük alçaklık!
Bunları belirttikten sonra, geleyim
yazı başlığının işaret ettiği sürece.
Başlıkta 28 Şubat var.
O da bir darbe girişimi.
Rahmetli Hasan Celal Güzel Ağabey, “postmodern
darbe” ismini vermişti.
O süreçte, “irticayla mücadele” adına ortaya çıkıp, Türkiye’yi kasıp
kavuranların, Askeriye’de yapılması gereken temizliği yapmayı ihmal ettiklerini
,15 Temmuz Menfur Darbe Girişimi net bir şekilde ortaya koydu.
YAŞ kararlarıyla “Yargısız İnfaz”a tabi tutulanlar,
Milli Görüş anlayışındaki askerlerdi.
O günlerde, Askeriye’den atılan çok
sayıda subay ve astsubayla röportajlar
yapmıştım.
Öyle kendilerini gizlemeye çalışan
insanlar değildi onlar.
Özleri sözleri birdi.
Ordumuzu “Peygamber Ocağı” olarak görüyor, kendilerine verilen görevleri
başarıyla yerine getirdiklerini söylüyor, “Başarı
Belgelerini” gösteriyor ve özetle şunları söylüyorlardı:
“Biz vatan, millet sevgisiyle
büyütüldük. Annelerimiz, babalarımız bize ‘Rabbim
Şehitliği Nasip Etsin’ diye dua etti
hep. Biz de, bu Mukaddes Ocakt’a aşkla, şevkle görev yaparken…
Birden bire ‘disiplinsizlik’ gibi
bir gerekçeyle kapının önüne konulduk.
Durumumuzu annelerimize,
babalarımıza bile anlatamadık.
Onlara ‘Biz disiplinsiz değiliz!’ dedik, yeminler ettik ama…
Bir yanları hep buruk kaldı.
Oğullarının ‘disiplinsizlik’ gibi bir gerekçeyle atılmış olmasından dolayı
boyunları hep bükük kaldı.”
O günlerde Askeriye’den ihraç
edilenler bunları yaşadı ama, 15 Temmuz Menfur
Darbe Girişimi, Askeriye’ye sızdırılan birçok subayın yükseltildikçe
yükseltildiklerini…
Kendilerini, ülkeyi askeri darbe
yoluyla ele geçireceklerine inanacak kadar ileri gidebildiklerini gösterdi.
Askeriye işlerini iyi bilen Muhalif
Gazeteci Fikret Bila, “Bunların TSK’da
bu noktalara kadar gelmiş olmaları hepimizi çok şaşırttı!” yollu ifadeler
kullanıyor bu yıl dönümünde de.
Bu iş nasıl oldu?
Nasıl oldu da bu kadar güçlendiler
TSK gibi “disiplinden zerre taviz
vermeyen”, Askeri okullara girmek isteyenlerin yedi ceddini araştıran bir Kurum’da?
Bunları sorduğumuzda…
“Çok iyi gizleniyorlardı. Eşlerine bakıyorduk,
gayet modern giyimli. Dans ediyor, içki almaktan imtina etmiyorlardı. Evleri
Atatürk fotoğraflarıyla doluydu. O kadar iyi gizlenmişler ki inanın fark
edemedik!” muhtevalı karşılıklar alıyoruz.
Atılanlar kendilerini
gizlemiyorlarmış oysa.
Dini vecibelerini yerine getirmeye
çalışıyorlarmış.
Aileleri de inançlarına uygun şekilde giyiniyor ve
yaşıyormuş!..
Yani bunlar kabahat mi Allah
aşkına?
Dini vecibelerini görevlerini
aksatmadan yerine getiriyorlarsa, hatta görevlerini hakkıyla yerine getirmenin
dini vecibeler arasında yer aldığına inanıyorlarsa, bu TSK’nın yararına değil
mi?
Uzun lâfın kısası…
Bunlar, “disiplinsizlik” gerekçesiyle atılanlardı işte.
Atılmayanlar ise..
15 Temmuz’da gördüğümüz üzere gayet
iyi gizlenenler!..
Kendilerine gayet lâik, gayet
Atatürkçü, gayet modern, gayet çağdaş görüntü veren tipler!.
Fikret Bila şaşırmakta ne kadar da haklı değil mi?!
*
Biz o günlerde, “Yapmayın etmeyin, Ordusunu, Milletini,
Devletini bu kadar çok seven insanları ihraç etmeyin!” dedik ama…
Maalesef, böyle bir durum oldu ve
Asker’in Sivil’in ihmallerinden, yanlışlarından dolayı çok üzücü olaylar
yaşadık.
O günlerde, Askeriye’de YAŞ
ihraçları, sivilde ise, Kur’an Kursu
sınırlamaları, kılık kıyafet yasaklamaları ve bilhassa başörtüsü yasakları
vardı.
Biz üniversitelere de döndük
gençlik yıllarımızda;
“Bu başörtüsü yasaklamaları, insanımızla
devletimizin arasını açıyor. Yapmayın!” dedik.
“Olur
mu hiç!” diye
karşılık verdiler;
“Başörtüsü
serbest olursa, lâiklik elden gider.
Başörtüsü
serbest olursa, dini simgeler hayata hâkim
olur.
Günün
birinde de, bu ülkede tıpkı İran gibi, başı açık dolaşmak yasaklanır!”
*
Şimdi ne oldu?
İşte, kamu kurumlarında görev
yapanlar için de serbest başörtüsü.
Ne oldu yani, başı açıklarla başı
kapalılar birbirlerini mi yiyorlar, başörtüsü serbest kaldı diye.
Eskiden, bir milletvekili başörtülü
diye memleket darbe havasına giriyordu.
Şimdi…
CHP çarşaflı vekil adayı koysa,
şaşıran olmaz!
*
Evet;
Türkiye, “Din ve Vicdan Hürriyeti” alanında büyük mesafeler aldı.
Yarın öbürgün şartlar, güç
dengeleri değişirse ne olur belli olmaz.
Kazanımların hiçbiri teminat
altında değil.
“Küçük çocuklara Kur’an öğretmek yobazlıktır!” diyor, fırsat
buldukça birileri…
Bugün söylenenler, “helâlleşme” çağrısı filan, bu
söylemlerin etkisiyle inandırıcılığını kaybediyor.
Atatürkçü
Düşünce Derneği’ne
bakın, Merhum Mahmut Efendi’nin cenazesini “laiklik
ihlâline” bağlayarak suç duyurusunda bulundu.
“Helalleşme”den bahsedenler de, buna bir güzel göz yumdu!..
*
Şimdi…
Birçok hadise yaşadık.
Nice şehit verdik.
Milyonlarca hayat karardı.
Memleketin kaynakları küresel
tefecilere, silah tüccarlarına gitti.
Şimdi artık herkes görüyor olmalı
ki…
Selçuklu
ve Osmanlı’nın devamı olan bu Devletin, bizim Devletimizin bölünmesine ve
yıkılmasına karar verilmiş!
Osmanlı’ya yıkan güçler, bu toprakları
da çok görüyorlar bize.
İstanbul’da gözleri var, İzmir’de
gözleri var, Antalya’da gözleri var, Erzurum’da, Ağrı’da, Van’da,
Diyarbakır’da, Şanlıurfa’da, Trabzon’da, Edirne’de gözleri var…
Biz, böyle birbirimizi yedikçe…
Devletimizi bitirme iştahları
artacak!..
Bu bilinmiyor mu?
Bal gibi de biliniyor…
Güneydoğumuzun az ötesinde “Siyonistan”ın kurulmasına karar
verdiklerini söylediğimde, kendilerini”
“Dindar” olarak nitelendirenler de “Milliyetçi-Ulusalcı” olarak nitelendirenler
de “Doğru söylüyorsun!” diyorlar.
Aslında çoğumuz görüyoruz
gerçekleri…
Görüyoruz ve birbirlerimizi yemeye
devam ediyoruz.
Yazının başlığında, 28 Şubat ve 15
Temmuz tarihlerine yer verdik.
Bu ikisinin yol açtığı tahribâtı
bir düşünün…
Sadece ekonomiye zararlarını
hesaplamaya kalksanız, abartmıyorum 2 trilyon Dolar’da duramazsınız!..
Başımıza gelen musibetler, bize
ders olursa ne alâ…
Olmazsa…
Daha büyük dersler gelir, Allah
muhafaza!