28 Şubat Ekonomisini Hatırlayalım
Aradan yirmi yedi sene geçti.
Çocukluk yıllarımdı. Evlerde o zaman cep telefonu bile olmadığından tek eğlencemiz televizyondu. Haberleri izlemek bile inanılmaz heyecanlı bir aksiyondu. Hafızam kuvvetli olduğundan olayların çoğunu, aşağı-yukarı kronolojik sırasıyla bugün bile hatırlıyorum.
Ben hatırlıyorum hatırlamasına ama unutanlar ne olacak? Daha da beteri sadece yirmi yedi yıl olmasına rağmen o günlerden tamamen habersiz yetişenler nesiller? Bir de bu nesillerin içinden iktisatçı çıkacak olanlar?
Geçen hafta bir grup iktisat öğrencisine 28 Şubat döneminden bir şeyler anlatırken tamamının yüzümde dolaşan garip bakışları içimi acıttı. 28 Şubat’ı hepsi duymuş ama “darbe” nitelendirmesinden başka tutarlı bir şey çıkmadı ağızlarından. Sanki Sümerlilerden kalma bir efsaneden bahsediyormuşum gibi uzaktılar meseleden.
En yakınının ölümünün üzerinden yetmiş yıldan fazla olan Batılı iktisatçıların hayatlarını ezberleyip sınava giren bu çocuklar, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerini dahi dolaylı olarak içeren, Türkiye ekonomisinin en kötü zamansal koridorlarından biri olan 28 Şubat’tan ve onun ekonomik etkilerinden bi’haberler.
28 Şubat 1997’de gerçekleştirilen MGK toplantısında ve bu toplantıdan 30 Haziran 1997’de Erbakan’ın başbakanlıktan istifasına ve hükümetin sonlanmasına kadar olan sürede aktif olarak rol alan asker+yargı+medya konsorsiyumunun, siyaset üzerinde oluşturduğu hegemonya olarak tanımlanabilecek bir süreç olan 28 Şubat Postmodern Darbesi, 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri’nde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek başına iktidara gelmesi sürecine kadar devam etmiştir.
Bu antidemokratik hegemonya dönemi Türkiye’nin ekonomik gelişimine ciddi zarar vermiş ve özellikle Türkiye’ye gibi gelişmekte olan ülkeler açısından son derece önemli olan doğrudan yabancı yatırımların önüne set çekmiştir. Bir ülkedeki firma veya bireyin başka bir ülkede ticari amaçla yaptığı yatırımların genel tanımı olan doğrudan yabancı yatırımlar, özellikle gelişmiş Batı ve Asya ülkelerinin yanında enerji zengini Körfez ülkelerinin, başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere potansiyel sahibi ülkelere fon kaynaklarını yönlendirmesi operasyonudur.
Böylece bu yatırım konulu fonların girişi ile istihdamdan üretime her alanda ortaya çıkan artışlar fon girişi olan ülkenin ekonomiden, eğitime, sağlıktan aklınıza gelebilecek her önemli alanda gelişmesi sağlanmakta ve yüksek refahlı gelişmiş ülkeler sınıfına yaklaşmasını/çıkmasını sağlamaktadır.
28 Şubat döneminde yaşananlar nedeniyle doğrudan yabancı yatırımlar açısından son derece önemli olan şeffaflık, demokratiklik ve hukuk devleti olma gibi hususlarda Türkiye yurtdışına ciddi olumsuz mesajlar veren bir ülke haline gelmiş, ilgili yıllarda tüm dünyada gelişmekte olan ülkelere ciddi yatırımlar gelirken Türkiye bu yatırımlardan mahrum kalmıştır.
Refah-Yol Hükümetinden sonra kurulan 55., 56. ve 57. hükümetlerde holdinglerin, borsaya açık şirketlerin, finansal kuruluşların ve yükseköğretim kurumlarının tepe yönetimlerine emekli ordu mensuplarının atanması, devletin silahlı gücünün özel sektör üzerinde herhangi bir demokratik ülkede imkanı olmayan bir baskı unsuruna dönüşmesi ise ülke ekonomisi açısından bambaşka bir facia olmuştur. Savunma sanayisi ile zerre alakası olmayan bu kuruluşlara atanan onlarca eski komutanın varlığı aynı ligde olduğumuz ülkelere para yağarken tüm yatırımcıların Türkiye'yi teğet geçmesine neden olmuştur.
Türkiye’ye 1997 yılında fiili olarak 805 milyon dolar civarında doğrudan yabancı yatırımı gerçekleşmiştir. Bu rakam süreçte yapılan hatalardan ötürü 1998 yıl sonunda ancak 940 milyon dolara yükselirken 1999 yıl sonunda 17 Ağustos depreminin de etkisiyle 783 milyon dolara gerilemiş, 2000 yılının Kasım ayında başlayan krize kadar da ancak 982 milyon dolar seviyesine ulaşılabilmiştir.
Bu rakamlar Brezilya ve Meksika gibi aynı ekonomi kümesinde olduğumuz gelişmekte olan ülkelerin yakaladıkları yıllık 10 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırımı girişlerine göre son derece geri kalmıştır.
2001 krizine kadar 20 bankanın TMSF’ye devredilmesi, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin ardından başka bankalara devredilen, birleştirilen ve kapanan bankaların sayısının 24`e ulaşmasında da yukarıda bahsi geçen konsorsiyumun siyaset ve ekonomiye müdahalelerinden kaynaklanmıştır.
Türkiye bu süreçte, 1997'de yüzde 7,5 büyürken, 1998'de anca %3,1 büyüme yakalayabilmiş, 1999'u %3,4 küçülmeyle, 2000’i %6,6'lık büyümeyle ve ardından 2001'i %6’lık yıkıcı bir küçülmeyle tamamlayarak özellikle yabancı yatırımcılar için son derece istikrarsız bir performans karnesi oluşturmuştur.
Netice itibariyle arada Kasım 200 ve Şubat 2001 gibi ülkemiz tarihi açısından iki önemli ekonomik krizi de içeren, 30 Haziran 1997-3 Kasım 2002 tarihleri arasında yaşanan ve kamuoyu tarafından 28 Şubat Süreci olarak isimlendirilen zaman aralığında yaşananların Türkiye ekonomisine zararlı etkisinin; hesaplama yöntem ve kalemlerinin belirtilmediği bir şekilde olmak üzere çeşitli basın kuruluşları, siyasetçiler, oda başkanları ve çok sayıda iktisatçı tarafından 250 milyar dolar, 291 milyar dolar, 300 milyar dolar ve 390 milyar dolar gibi rakamlarla ifade edildiğine şahit olunmuştur.
Süreç, Şubat 1997 itibarıyla %77,7 olan enflasyonun Aralık %99,1'e yükseldiği, bu tarihten sonra 2001 krizine kadar %39-69 bandında kaldığı, 2001 Krizi’nin yaşandığı yıl sonunda büyük uğraşlar sonucu %68,5’e ve sürecin son yılı olan 2002'de %29,7’ye geriletildiği bir dönem olup, gelişmekte olan bir ülke olması açısından değerlendirildiğinde enflasyon ve dolayısıyla faizlerin çok yüksek seyredişinden ötürü Türkiye’nin yatırımlar ve istihdam açısından büyük yaralar aldığı, tarihi hatalarla dolu bir zaman aralığıdır.
54. Hükümet olan Refah-Yol ile Ak Parti'nin ilk hükümeti olan 58. Hükümet arasında yaşanan bunca çalkantı, siyasi ve ekonomik krizden sonra Türkiye'nin demokratikleşme, şeffaflaşma, dünyaya açılma süreci başlamış, özellikle AB standartlarında bir demokrasi ülkesi olma hayali çerçevesinde gerçekleştirilen başta kamu yönetimi reformları olmak üzere her alanda dünya standartlarını örnek alan reformlarla yepyeni bir çağa girmiştir.
Bu yeni çağda bu tüm dünyanın ilgisini üzerine toplayan ve gerçek potansiyelini ortaya çıkaran Türkiye; 2002-2004 döneminde 1ile 3 milyar dolar arasında, 2004 yılında 2,8 milyar dolar, AB ile üyelik müzakerelerinin başlama yılı olan 2005’te 10 milyar dolar, 2006’da 20 milyar dolar, 2007’de ise 22 milyar dolar ve küresel ekonomik krizin patladığı yıl olan 2008’de de yine yaklaşık 20 milyar dolar gibi muazzam rakamları doğrudan yabancı yatırım olarak çekmeyi başarmıştır.
Hasılı, Türkiye'nin gelişmiş dünya ile entegre olma ve rekabet etme iradesini göstermeye vakıf olduğu Ak Parti hükümetleriyle, ülkeye girişleri 1980'lerde başlayan ve 1990'lar boyunca yıllık ortalama 900 milyon dolar civarında devam eden doğrudan yabancı yatırımlar kelimenin tam anlamıyla tavan yapmış, önceki dönemlerin 20 katından fazla yatırımların alındığı süreçler yaşanmış ve Türkiye ekonomisi çok büyük bir ivme kazanmıştır.
Tarih insanoğlunun navigasyonudur. Hele ki mesele ekonomiyse…
Nerden geldiğimizi, nasıl başardığımızı, neden kaybettiğimizi anlamak için, ara ara eskileri ciddiyetle hatırlamak lazım.
Hocalar anlatmıyor madem, bundan sonra fırsat buldukça biz anlatalım; ekonomi tarihimizin karanlık yıllarını, olaylarını, krizlerini, aktörlerini...