27 Mayıs'tan Gazze'ye zulüm seremonisi
Bu topraklar nelere şahit olmadı ki… Ne ihanetlere ne zulümlere ne darbelere… 20 Mayıs 1622’de henüz 18 yaşında genç bir padişah olan Genç Osman, en iğrenç işkencelerle boğularak öldürüldü.
1876 yılında gerçekleştirilen masonik darbede pehlivan yapılı koca Sultan Abdülaziz’in iki bileği birden kesilip göğsüne koca bir makas saplanarak katledildi. Ancak zabıtlara İntihar ettiği kaydedildi.
27 Nisan 1909’da icra edilen masonik darbede Sultan Abdülhamid’e hal edildiğine dair tebliği yapmak üzere Yüce Türk milleti adına dört kişilik bir heyet oluşturuldu. Heyet’te Ermeni Aram Efendi, Gürcü Arif Hikmet Paşa, Selanik mebusu Yahudi Emanuel Karasu ve Draç mebusu Arnavut Esad Toptani bulunuyordu. Heyettekilerin hiçbirisi Türk değildi ama Mason üstadı Celil Layiktez’in de ifşa ve itiraf ettiği gibi II. Meşrutiyet’in bir Mason devrimiydi ve sultanı halleden ekiptekilerin hepsi de masondu. Padişahın suçu baştan sona hezeyan ve hatalarla dolu Almancadan tercüme edilen Türkçe Kur’an meallerini yaktırmak ve devlet malını israf etmekti. Oysa ona “Pinti Hamit!” diye sövenler de kendileriydi.
27 Mayıs 1960’da milli iradenin bileğini bükemeyen iç ve dış mihraklar el ele verip bir gece baskını ile meşru yönetimi gasp etti. Ülkeyi karanlık bir tünele girdi. Milletin sevgilisi olan dünyanın en kibar siyasetçisi bir sürü ipe sapa gelmez iddia ile idam cezasına çarptırıldı. İdam cezaları şafak vakti uygulanırken onu öğle vakti astılar. Hem de idama götürdükleri adama prostat kontrolü yaptıracak kadar alçalarak. İdamın sonrasında cezaevinde yediği yemek, cellada ödenen para, asıldığı darağacındaki ip ile kefeninin parası bile ailesinden istendi. Aradan geçen onca yıla rağmen hala kin ve nefretleri devam etti bu güruhun. Millet, Menderes ve arkadaşlarına rahmet dilerken katillerine 64 yıldır lanet okuyor.
80 darbesini gerçekleştiren ve ABD’li yetkililerin “bizim çocuklar başardı” dediği zevat bizim çocuklarımızı bir sağdan bir soldan mantığı ile darağacına gönderdi.
28 Şubat post modern darbesi, 15 Temmuz ihaneti bu zincirin diğer halkaları…
17 Nisan 1993’de ülkenin Cumhurbaşkanı kalp krizi geçirdi. Öldüğünden emin olunana kadar Anakara trafiğinde dolaştırılıp hastaneye götürüldü. Ölümü şaibeliydi, tam 19 yıl sonra yapılan otopside 'zehir var ama zehirlenme yok' ve ‘vücudundan çok sayıda köklü kıllar bulundu fakat çalışılamadı.” notu düşüldü.
Tıpkı İran’da Cumhurbaşkanı Reisi’nın başına gelenler gibi milletin sevgilisi yiğit bir adam Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri düşürüldü ancak üç gün buldurulmadı. Hala olay karanlıklar içinde…
1917’den beri Filistin’de işgal var, soy kırım var. Ekim ayından beri öldürülen Filistinli sayısı kırk bini geçti. Son olarak sözde güvenli bölge olarak ilan edilen Refah kampındaki masum insanlar kahpece bombalandı. Asrın kasabı Netanyahu bunun "trajik bir hata" olduğunu iddia etti. İsrail Parlamentosundaki muhalif Ortak Liste Partisi Milletvekili Ofer Cassif bile İsrail'in Refah'taki katliamına tepki göstererek, "Refah'ta katliam. Gazze'nin soykırım suçluları mahkemeye." diye açıklama yaptı.
Avrupa Parlamentosu Fransız Milletvekili Manon Aubry de "İsrail'in Refah'ta bilerek hedef aldığı insani yardım kampındaki görüntüler dayanılmaz. İsrail'e yaptırım uygulamamız için daha ne kadar katliam olması gerekiyor? İsrail'e silah satışı yasaklanmalı, ortaklık anlaşması askıya alınmalı ve Filistin Devleti tanınmalıdır." diye açıklama yaptı. Fransız milletvekili Carlos Martens Bilongo da "Refah’taki bombalı saldırıdan gelen görüntüler korkunç. Bu durum, savaş suçlusu Netanyahu ve Bakanları cezalandırılmadığı için yaşanıyor en başta Paris’te gösterişli şekilde karşılanan Dışişleri Bakanı. Fransa, suç ortaklığı ile kendini rezil ediyor." diyerek bu katliama sessiz kalan Fransız hükümetine tepki gösterdi. Bir başka Fransız milletvekili Mathilde Panot da Refah olayı sonrası "Soykırım, soykırım, soykırım!" diyerek bu saldırıyı kınadı.
Dünya da üniversiteler ayağa kalktı. Stadyumlar inim inim inledi. Avrupa’da birçok şehirde inanılmaz kalabalıklar sokakları doldurdu ve hep bir ağızdan İsrail terörü kınandı. Bağnaz yönetimler protestocu akademisyenleri ve öğrencileri kapıya bile koydu.
YÖK Başkanı Prof. Dr. Erol Özvar, Gazze'deki katliamlara karşı çıktıkları için Batılı üniversitelerde işini kaybeden bilim insanları ve öğrencilere Türkiye’deki üniversitelerin kapılarının açık olduğunu söyledi. Gurur duyduk. Bizim de üniversitelerde protestolar yapıldı, mitingler düzenlendi. İtiraf edelim ki hiç birisi Avrupa’dakiler kadar ses getiremedi. Olsun, en azından safını belli eden duyarlı yüreklere teşekkür ederiz. Lakin bir üniversitemizde Filistin pankartı açan öğrencileri engellemeye çalışan ve “Gazze’nin Allah belasını versin. Başlarım Gazze’nize!” diye hezeyanlar savuran şahıs gerçekten akademisyen miydi? YÖK Başkanı acaba bu menfur olay hakkında neler yaptı bilemiyoruz.
Uydurulan, hakikatlerin ters yüz edildiği bir tarih öğretimi ile geçmişine düşman, köklerine yabancı, değerlerine hakaret eden bir nesil yetiştirdik. Bizi işgal eden İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı hatta Yunan’ı sevimli bulurken ecdadımıza düşman olduk. Hatırasına küfrettik. Yetmedi, açıktan küfredemediğimiz dinimize Arap düşmanlığı üzerinden dolaylı hakaretler yağdırdık. Bir Yahudi ve Hristiyan seviciliği aldı başını gitti. Filistin cephesindeki Siyonist ihaneti ağzımıza bile alamadık. Sözde ateistlerimiz bile sadece İslam düşmanlığı yaptı bu ülkede. Onların da kimisini ağlama duvarında gördük, kimisini Katolik eşiyle misyonerlik faaliyetlerinde…
Bu zulüm seremonisi böyle uzayıp gidecek mi? Uyanacağız mı acaba bu gaflet uykusundan? Ne dersiniz?