1980 öncesi bireyselleşme
Türkiye için 1980 sonrası birçok bakımdan yaşanan kırılmaların odak noktasıdır. Belki bu kırılma için yapacağımız tanımlama şu cümle ile özetlenebilir; “1980 sonrası Türkiye dışa daha açık modernleşme politikaları uygulamaya başlamıştır.” Bu cümlenin anlaşılabilir kılınması için 1980 öncesine kısaca bakmak gerekmektedir.
Türkiye’nin böyle bir sürece girmesinin içeride ve dışarıda birçok sebepleri var. Dış sebeplerin başında, özellikle 1960’lardan sonra dünyada hissedilmeye başlayan küreselleşme süreci. Özellikle mal üretimi ve mübadelenin yeni aşamasına geçildiği bu süreçte, sermaye başta olmak üzere üretilen mal ve emtiaların serbest dolaşımı önündeki en büyük engel “ulus-devlet” anlayışı olmuştur. Gelişen ulusaşırı sermayenin farklı ülkelerde şube açma (bunun en başta gelen örneği McDonalds’tır), üretim yerleri inşa etme ya da ürettikleri malları rahatlıkla ülkeye sokabilme anlamında ellerinin rahatlatılması gerekiyordu.
Türkiye 1980 öncesi süreçte konvertibl para sisteminden uzak, sabit kur politikası uygulayan, döviz başta olmak üzere yabancı malların (meselâ sigaranın) dolaşımının yasak olduğu bir ülkeydi. Hiç şüphesiz bu uygulamanın kendi döneminde bir habitustan beslendiği aşikardır. 1980 sonrası Turgut Özal iktidarında tüm bunların dolaşımı serbest hale gelmiştir. 1970’li yıllarda tüm dünyada yaşanan ekonomik buhrandan Türkiye de payını almıştır. Zaten yıllardan beri uğraştığı ekonomik sorunlar, halkın yaşadığı darboğazı daha fazla daraltmıştır.
Bu arada Türkiye zaten modernleşmeye karar vermiş ve bunun için de kendi zaviyesinde atılımlar yapmaya çalışan bir ülke konumundadır. Yalnız bu arada Türkiye modernleşmesinin iki temel karakterini hatırlamakta fayda vardır. Birincisi, II. Mahmut’tan bu yana modernleşme yukarıdan aşağıya bir karakter taşır. Yani modernleşme hedefi ve kullanılacak enstrümanlar devlet düzeyinde karara bağlanıp halka doğru bir karakter taşır. İkincisi de, kendi anlıksal ihtiyaçları doğrultusunda bir gelişme seyri göstermiştir.
Bu iki temel nitelik bireyselleşmenin de seyrini belirleyen bir içerikle siyasal ve toplumsal alanda tecessüm etmiştir. Osmanlı’dan bu yana devlet, Durkheim’cı tezler üzerinden hareket ederken kolektivite ve bireysellik dikotomisinde kolektiviteyi öne çıkararak işlevselleştirmiştir. “İstikrar” gibi siyasal ve toplumsal hayatın anahtar kavramı kolektiviteye yığınak yaparken, bireyselleşme bir boyutuyla istikrarsızlaştıcı, parçalayıcı anlamlarını muhtevi olarak kontrollü bir yaklaşımın konusu olmuştur. Burada kolektivite, aynı zamanda devletin toplumsal kontrolü sağlamasının da manivelasını oluşturmuştur.
Diğer yandan 1980 sonrası ve hatta 2000’lere gelinceye kadar Türkiye’de bireyin serpileceği bir toplumsal zemini bulmak o kadar kolay değildir. 1980 öncesinde Türkiye’nin yaşam pratikleri ve gerçeği, kolektiviteyi daha görünür kılarken yine de kolektivite ile bireyselleşme arasındaki gerilimlerin de farklı alanlarda gün yüzüne çıktığı görülmektedir.
Bilindiği üzere 1950 sonrası özellikle şehre göçlerin modernleşmenin bir gereği olarak devletçe de teşvik edildiği bir zaman dilimidir. Şehirlere göç eden insanlar şehrin periferisinde ikamet ederler. Şehrin kendisine ait doğası, davranış kalıpları, konuşma tarzı ve hayat üslubundan uzak bu insanların yaşadığı bu güvensizlikte ilk aradıkları şey şüphesiz dayanışma gösterecekleri kolektivitelerdir. Bir tavır olarak şehirde önce kabul görmeyen bu göçmenler, şu niteliklerle görünür olurlar. Tanıdık bildik unsurlar hemşehrilik üzerinden tecessüm etmeye başlar ki, özellikle İstanbul gibi metropollerde bugün de hayatiyetini sürdürmektedir. İkincisi, gecekondulaşma başlar ki, Türkiye’nin ve yapı sektörünün kuvvetli olmasını onun sürekli bir ranta dönüşmesi ile de açıklayabiliriz. Üçüncüsü de, genel olarak Türkiye’nin kolektivitesini sağlayan bir unsur olarak camiler.