Dolar (USD)
32.59
Euro (EUR)
34.65
Gram Altın
2495.56
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

30 Ocak 2014

17 Aralık ve İyi'nin Kötü'ye Payanda Edilmesi

Türkiye'de son yaşanan olaylar, devlet-toplum ilişkisinin toplumun tüm bileşenlerini nasıl terbiye ettiğinin çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. Siyasal sistemi derin bir krizle karşı karşıya bırakan süreç, keskin bir cepheleşmeyi ortaya çıkarırken aynı zamanda siyasal geleneğin asli hüviyetini olduğu gibi sürdürdüğünü de önümüze koymaktadır. Siyasal sistemin toplumsal talep ve beklentiler doğrultusunda dönüşmesi gündemden hiç düşmemekte ancak nasıl oluyorsa sistem, kendisini yapıbozuma uğratacak muhtemel aktörleri de devşirerek varlığına güç pompalayan birer destek unsuruna dönüştürmektedir.

Devletin, mekanizma olarak kendisine en uzak kesimler için bile büyük bir dönüştürücü ve eğitici işlev gördüğü görülmektedir. Devletin mevcut konumlanışına ilişkin yıllarca amansız mücadele veren kesimlerin, devlet ile aralarındaki mesafe kısaldıkça ilginç bir şekilde devletin yapısını sorunsallaştırmada olabildiğince çekinceli davranmaya başladıkları görülmektedir. Devlet mekanizmasının kendi elleriyle iş görüyor olmasını devletin hak ve özgürlükler temelinde dönüşümü için bir fırsat olarak görmek yerine verili yapısının muhafazasına dönük bir refleksin geliştirildiği göze çarpmaktadır. Dolayısıyla bu noktada devlete dönük dile getirilen dönüşüm talebi ve hak ve özgürlük vurgusu gibi can alıcı eleştirilerin esasında devletin rantından pay alma arzusunun birer kamuflajına dönüştüğü söylenebilir.

Nietzsche'nin "ezilenlerin adalet talepleri esasında ezen olma arzularının dışavurumundan başka bir şey değildir" şeklindeki tespiti siyasi tarihimiz içerisinde sürekli olarak doğrulanmaktadır. Bu açıdan 17 Aralık'ta başlayan çatışmalı süreç, ana yönelimi itibariyle hak ve adalet arayışı ile ilgili değil devletin kapı araladığı imkanların kim tarafından kullanılacağı ile ilgilidir. Temel motivasyonları bu olan aktörler, geleceğe ilişkin sosyo-politik tahayyüllerini sosyolojik gerçekliğin yönelimi ile değil mevcut kombinasyon içerisinde yer tutmuş olan güç ve çıkar şebekelerinin beklentileri ile uyumlulaştırmaya çalışmaktadırlar.

"Ne istediler de vermedik?"

Rüşvet, yolsuzluk söyleminin arkasına sığınılarak verilen mücadele, devletin adil ve şeffaf bir noktaya doğru evrilmesi için değil rüşvet ve yolsuzluğun üretildiği sistem içerisinde kendilerine daha fazla alan açmanın enstrümanı şeklinde kullanılmaktadır. Devlet ya da devletin açtığı alan üzerinden yürüyen çarpık sistemi sorunsallaştırmak yerine kendi alanının daralmasından dolayı feryat-figan edenlerin suret-i haktan görünme çabaları yaşam pratiklerinin kirli ağlarına takılmaktadır. Devletin imkanlarını hiçbir ilke ve değer tanımaksızın kendi doğal hakları gibi kullananlar, kendilerine bu imkanları kullandıranlar ile yolları ayrışınca ilke ve değer savunucuları olarak sahne almaları ikna edici olamadığı gibi aynı zamanda ahlaki de değildir. İyi'nin yani rüşvetle, yolsuzlukla mücadelenin sürekli kötüye yani kendisine kapatılan devletin nimetlerinin tekrar açılmasına payanda edilmeye çalışıldığı kaba bir pragmatizmle ile karşı karşıyayız. Bir takım ilke ve değerlerin kirli amaçlar için seferber edildiği bu süreçte, toplumun da rol alması için hem resmi hem sivil pek çok kanaldan faaliyet yürütülmektedir. Gözlerimizin içine baka baka ortalıkta çevrilen dolaplara binmemizi, söylenen her söze çekincesiz inanmamızı talep etmektedirler.

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda karşımıza ilginç bir tablo çıkmaktadır. Bir taraftan devlet yapılanmamız, iktidarın kullanımı ve sistemin işleyişi geleneksel olarak gayr-ı meşru işlerin yürütülmesini deyim yerindeyse tahrik etmekte, diğer taraftan bu gelenek toplumu söz konusu gayr-ı meşru işler karşısında duyarsız kılmaktadır. Sistem içerisinde ete kemiğe bürünmüş neredeyse tüm aktörler (ister siyasi parti olsun isterse cemaat olsun) hoyratlık derecesi değişebilir olmakla birlikte bu gayr-meşru işlere bulaşmaktan kendileri alamamışlardır. Devlet, cilveli bir fettan gibi kendisine bulaşanları efsunlamakta, ideolojik-politik görüşü ne olursa olsun tornadan geçirmişçesine herkese aynı gayr-ı meşru işleri yaptırmaktadır. Siyasal sistemimiz, yolsuzlukla mücadele söylemi ile gelen iktidara gayr-ı meşru işleri yaptırdığı gibi din-iman söylemi ile varlığını gerekçelendiren cemaate de yaptırmaktadır. Başbakan Erdoğan'ın "ne istediler de vermedik?" sözleri özü itibari ile bu gayr-ı meşru işlerin hem hükümet hem de cemaat tarafından yapıldığının en net kanıtıdır. Cemaat istemekte hiçbir sınır tanımamış, hükümet ise istenenleri vermekte bir tereddüt yaşamamış.

"İtalyanlar düşmanımız olabilirler ancak asla öğretmenimiz olamazlar"

Bugünkü sıcak gündem içerisinde oyun dışı ve kural dışı müdahalelerin karşısında demokratik siyasetin korunması noktasında bir mücadelenin verilmesi son derece anlamlıdır. Ancak bu mücadelenin yanında eş zamanlı olarak siyasal sistemimizin dönüşümünü mümkün kılacak bir zihniyet dönüşümünü de gerçekleştirmek gerekmektedir. Özellikle siyasal sistemimizin yapılanmasının ve işleyişinin aktörleri zehirleyen atmosferini sağaltacak köklü bir değişim iradesi ortaya konulmalıdır. Siyasal sistemimizin hangi meşrepten olursa olsun herkesi birbirine dönüştürdüğü bir vasatta sistemin bu yabancılaştırıcı mürebbiyeliğini reddetmek önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

Bu hususta İtalyanların Libya'yı sömürgeleştirdiği süreçte, şanlı bir direnişin efsanevi lideri olarak tarihteki yerini alan Ömer Muhtar'ın askerleri ile olan diyalogu yol gösterici mahiyettedir. İtalyan askerlerini esir alan askerler, Ömer Muhtar'a bu esir askerlere ne yapmaları gerektiğine ilişkin geldiklerinde, Ömer Muhtar; esir İtalyan askerlere temiz elbiselerin giydirilmesini, karınlarının doyurulmasını ve sonra da serbest bırakılmalarını emretmektedir. Bu durumdan pek memnun kalmayan askerler Ömer Muhtar'a; "bunlar, vatanımızı işgal ettiler, çoluk çocuğumuzu öldürdüler, kadınlarımıza tecavüz ettiler, nasıl serbest bırakırız" diye yakınırlar. Bunun üzerine Ömer Muhtar askerlerine şu unutulmaz cevabı verir: "İtalyanlar düşmanımız olabilirler ancak asla öğretmenimiz olamazlar."

Türkiye'de herkes siyasal sistemin başında kendisi olması gerektiğini haykırıyor ancak buraya geldiğinde başına olmadık işler geliyor. Birincisi bu işlere meyyal olduğu için başına bu işler geliyordur. İkincisi yukarıda belirttiğim gibi sistemin kendisi tahrik ediyordur. İnsanlar, yapılar elbette ki olgunlaşmalı ancak daha önemlisi sistemin tahrik edici özelliğini ortadan kaldırmak gerekmektedir. Sistemin işleyişi makul ve meşru bir noktaya kaydıkça bireylerin ya da yapıların gayr-ı meşru arayışları istisnai kalacaktır aksi durumda tarihsel olarak yaşadığımız gibi gayr-ı meşru işler sistemin tanımlayıcı unsuru olurlar.

Abdulbaki DEGER

[email protected]