15 Temmuz ve değişen STK Algısı
Gönüllülük esasına bağlı ve devletten ayrı alanlarda faaliyetleri olan yapıların sivil oluşumlar olduğu bilinmektedir. Sivil toplum kavramı köken olarak dilimize Batı’dan geçmiş olsa da kendi irfan ırmağımızın asırlardır aktığı topraklarımızda vücut bulan nice oluşumlar vardır.
Bu köklü irfan mekteplerinden nice şair, edip, düşünür, sanat erbabı insanımız çıkmıştır. Mimar Sinan ne ise Yunus da odur. Biri gözümüzün gördüğü alanları, diğeri de gönlümüzü imar etmiştir. Anadolu irfanının kökü Türkistan’dır. Ahmet Yesevî ile başlayan ve Anadolu’da Yunus ile devam eden hakikat yoludur. Bedenden önce kalplerin tezkiyesi gerekliydi, öyle de olmuştur. Bir ağaç, oduncunun gözünde satılacak odun iken, sanatkârın gözünde nice sanat eserinin hammaddesidir. İrfan mekteplerimizdeki temel maarif anlayışımız böyle idi. Bu mektebe giren her talebenin nahif, nazik, nezaket ehli olması esastı. Güzel konuşmanın ders olduğu bir yerde kalp kırılır mı? Eğitim önce kalbe seslenmeliydi. Anadolu’dan neş’et eden çağlayanlar, kaç asır ve kaç kıtada berraklığını bozmadan aktı durdu. Balkanlara kadar uzanan irfan ırmağının sulamadığı gönül kalmış mıdır; imar etmediği, sanatını göstermediği coğrafya var mıdır? Aklı devreden çıkarmadan, tasavvuf ile müzeyyen kalplerin taşıdığı Türk-İslam medeniyetinin bayrağının dalgalandığı yerlerde gölgelenmeyen kalmış mıdır? Hâlâ o bayrağın gölgesindeyiz, hâlâ o serinliğin etkisindeyiz, hâlâ o birlik ruhunun gücüyle ayaktayız.
Tasavvufun ne demek olduğunu ve etkisini anlamak için “Srebrenitsa Cehennemi”ni yazan ve Bosna’nın milli şairi Cemalettin Latiç’in şu sözlerine dikkat etmek lazım:
“Avrupa ülkeleri, Bosna'yı Osmanlı Devleti'nden kopardıktan sonra, benim ulusum sesini kaybetti. Büyük dedelerimiz, Hristiyanların latin alfabesini kullanmak istemedi. Yunus Emre'nin kim olduğunu bilmiyorduk. Geçmişimiz kaybolmuştu. Babam beni, Saraybosna'daki bir medreseye gönderdi. Orada yavaş yavaş Yunus Emre’yle ilahilerle ve sûfizmle tanıştım ve sûfizmi ülkemde devam ettirdim. Yaklaşık 200 kadar ilahim yayımlandı. Ülkemde Bosna'nın Yunus Emre'si olarak biliniyorum. Kalben sufiyim. Sufi olmasam o ilahileri de yazamazdım. Sufizm bizim geleneğimiz. İslam, sûfi İslamı, tıpkı Osmanlı'daki gibi. Bu bizim tarihimiz. Ben bundan daha farklı olamam. Kültürel geçmişimde neysem, o olmalıyım.”
Tasavvuf erbabı çoğu zaman takip edildi, yasaklandı, engellendi, ellerindeki imkânlar alındı. 15 Temmuz sonrasında bilhassa “dinî” alanlarda faaliyetleri bulunan ve eğitimle muhatap hemen herkesin etkileşim içinde olduğu STK’lara ve tasavvuf erbabına olan bakış birden değişmeye başladı. FETÖ’nün kirlettiği, güven kaybı yaşattığı STK’lara bakış olumsuz bir seviyededir. Geleneğimizin bir devamı niteliğinde olan birçok vakıf, dernek zan altında kalmıştır. Özellikle “tasavvuf erbabı” üzerine bilinçli ve organize bir saldırı başlatılmıştır. Oysa yapımızı ayakta tutan harç idi saldırılan noktalar.
15 Temmuz sonrasında estirilmek istenen hava, maalesef gönül ehlini incitecek türden asılsız ve iftira boyutuna varan ithamlardan oluşmaktadır. Her vakıf ve sivil oluşum, potansiyel FETÖ’dür, gibi saçma bir anlayışı pompaladılar. FETÖ sorgulamaları ve yargılamalarındaki yanlışlar da bunun tuzu biberi oldu. Mayasını, Yesevî ve Yunus’tan aldığı sevgiyle çalan ve asırlardır Anadolu insanının ve birçok İslam coğrafyasının kaderine terk edilen kimsesizlerinin hâmisi olan bu vakıflar, 15 Temmuz ihanetinden sonra saldırıya maruz kalmıştır. Bu ihanetin bir amacı da buydu belki de.
Tasavvuf ırmağının kurutulması amaçlanmaktadır. Biliyorlar ki bizi Türkistan’dan Balkanlara kadar besleyen, sulayan ve yeşerten irfanın kaynağında tasavvuf ve onun samimi temsilcileri var.
15 Temmuz ile bizi de Bosna gibi geçmişimizden koparmak istediler. Soykırıma uğrayan Bosna, önce kültürel kıyıma uğramıştı. Aslında biz de kültürel kıyıma uğradık ama bizi ayağa kaldıran ve geçmişimizden koparmayan gönül ehli vardı. Tarih ve edebiyatımızla rabıtamızı sağlamlaştıran, ecdadımıza hürmetimizi artıran yegâne vasıtalar samimi vakıflardır. Açıktan saldıramayanlar FETÖ bahanesiyle saldırmaktadır. Burada iktidarı elinde bulunduran güçlerin de daha ihtiyatlı olması gerekir. Devletten beklenilen tavır, herhangi bir STK ile koyun koyun olması değil, âdil olmasıdır. Tek güvenilir kapının devlet olduğu algısı yayılmaktadır. Gençlerimizin bu alanlardan çekilmesi, FETÖ’ye bulaşmış veya tam kanunî karşılığı bulunmayan ve somut suç delili sayılamayan “iltisaklı” oluşlar sebebiyle işinden, özgürlüğünden ve itibarından olanların tepkisi ve muhalif kanata kayması hem AK Parti’nin önündeki problem hem de muhafazakâr toplumun savrulması olarak okunabilir. 15 Temmuz ile hedeflenen sadece bir iktidarın devrilmesi değil, topyekûn bir yıkımdı. Şimdilerde bu savrulmayı yaşıyoruz, sarılacağımız dalları da elimizden almamaları için Anadolu irfanını yaşatmalı, gönülleri tamir edecek tasavvufî kanalları kapamamalı, vakıfları zan altında bırakmamalıyız.