12 Eylül'e nasıl gelmiştik?
1973 yılında Tıp Fakültesine girdiğimde üniversitelerde ortalık sütlimandı.
Ülke 2 yıl önce 12 Mart 1971 darbesini
yaşamış, 68 kuşağının, Türkiye’yi komünizme, Demirperde’ye geçirme atakları,
hevesleri kursaklarında kalmıştı.
12 Mart darbesinin bahanesi 68 kuşağının
yaratığı terör ve anarşi olsa da fatura Demirel hükümetine kesilmişti.
Demirel hükümetinin suçu, eser miktarda
milli ve yerli olmasıydı. Bu
tahammül edilir bir şey değildi.
Sözde sol anarşi ve teröre karşı
yapılan 12 Mart darbesi sağ Demirel iktidarını devirip yerine sol
Nihat Erim’i başbakan yaptı. Darbeciler Nihat Erim’i sol CHP’den emanet
aldılar.
12 Mart darbecileri ülkeyi anarşiye
sürükleyen 68 kuşağının yanında fırsat bu fırsat deyip dindarlara da çullandılar,
üzerlerinden silindir gibi geçtiler.
68 kuşağı darbeye giden yolda adam
kaçırmış, banka basmış, Nurhak Dağlarına çıkmış, yol kesmişler, darbeye davetiye
çıkarmışlardı.
Dindar insanların suçları ise okumak,
yazmak, konuşmak, dinlemek, tespih çekmekti. Ellerine çakı dahi almamışlardı.
12 Mart, “tesbih çekenle tetik çeken”i
bir tutmuştu.
68 kuşağı, CHP patentli 27 Mayıs darbesinin
hem ürünü hem kurbanıydılar.
O yılların Türk eğitim sistemi
öğrencileri komünizme, ateizme yönlendirmek üzere kurgulanmıştı.
CHP’nin ayartma kışkırtma politikalarıyla
da sola ve komünizme yönelen genç genç çocuklar 12 Mart darbesine toslayıp sıkıyönetim
mahkemelerinde, hapishanelerinde süründürüldüler.
Sol öğrenci liderleri Deniz Gezmiş, Yusuf
Aslan, Hüseyin İnan CHP oyları ile asılarak idam edildiler.
12 Mart darbesinin yarattığı dehşet ve
korku ülkede birkaç yıl sessizliğe neden olduysa da sol kesimlerin ülkeye
komünizm getirme sevdaları dinmek bilmiyordu.
Yıldız Mimarlık Mühendislik Akademisi
öğrencisi Şahin Aydın’ın 20 Aralık 1974 de öldürülmesiyle anarşi ve terörün fitili
yeniden ateşlendi.
Üniversiteler ve Türkiye 1980’ e kadar
sürecek korku tüneline girdi.
Sol kesimler 3-5 yıl sonra iflası
açıklanacak, tedavülden kaldırılacak, tarihten silinecek komünist rejime geçirmek
için Türkiye’yi ateşte tuttular. Sayısız silahlı terör örgütleri kurdular.
Sağ da bunlara güya direndi.
1974’den 1980 yılı 12 Eylül darbesine
kadar çoğu üniversite talebesi 5.000 genç birbirini öldürdü.
Bir keresinde Aksaray’da sol öğrenciler
yürüyüş yapıyor, polise, devlete, askere hakaretler yağdırarak, saydırarak, çığlıklar
atarak, pankartlar sallayarak geçip gidiyorlardı. Kendilerini ise bir saldırı
ihtimaline karşı küfrettikleri polisler koruyorlardı.
Polis güya demokrasinin gereğini
yapıyordu.
Polisi, askeri, rejimi solculara karşı
korumaksa -üstlerine ne vazife ise- sağcılara düşüyordu.
Bir defasında Çapa’da derste iken
okulumuzun bir bölümünün bulunduğu Beyazıt’taki tarihi kapının önüne bomba atıldığı,
16 sol öğrencinin öldürüldüğü haberi geldi. Bu canice bir katliamdı.
Sol öğrenciler sınıfı basıp dersi sonlandırdılar. Okul yine süresiz tatil
edildi.
Dahiliye pratiği yapmaktayken
pencerelerden Çapa’daki hastane binaları arasında kaçışan, birbirine ateş eden,
yerlere yatıp siper alan insanları şaşkınlıkla izledik. Çatışanların evine
baskın yapılan polis şefi Sadettin Tantan ile sol anarşistler olduğunu az sonra
öğrenecektik. Tantan sonra İçişleri Bakanı oldu.
Mikrobiyoloji dersindeyken okulun
koridorlarında çatışma çıktı, silah sesleri öyle korkutucuydu ki hocamız
korkudan konuşamaz hale geldi, dili tutuldu, dersi sürdüremedi.
Temel bilimler binasının alüminyum kapısı
kurşunlardan delik deşik olmuştu. Kapıdaki deliklerin şeklinden kullanılan
tabancanın yerli mi, ithal mi olduğunu anlayacak ihtisasa erişmiştik.
Bütün öğrenci yurtları sağ-sol diye
ayrılmışlardı. Diğer görüşte bir yurtta kalmanız şöyle dursun önünden bile
geçmeniz büyük tehlike idi. Tanınmanız halinde içerden atılan kör bir kurşunun
hedefi olmanız işten değildi. En hafifi öldüresiye dayak yemekti.
Kaldığımız yurtların ders çalışma
salonlarına ikide bir siyasi konuşmacılar getirilir o akşam ders çalışmanız
yasaklanırdı. Bir tıp talebesi için bu ağır bir travma idi.
Bazen de yurt idarecileri yurtta kalan
öğrencilerin ellerine boyalar, afişler vererek şehrin varoşlarına, duvarlara
yazı yazmaya, afiş yapıştırmaya gönderirlerdi. Ülkenin bütün duvarları siyasi
yazılarla kaplıydı.
Yazı yazmaya afiş yapıştırmaya gittiğiniz
semtlerde çoğu kere karşıt görüşlü grupların saldırısına uğrardınız. Ölmez de
biraz hırpalanmakla kurtulursanız halinize şükrederdiniz.
Eğer yazı-afiş işerinden kaytarırsanız
ertesi gün yurtla ilişiğiniz kesilirdi. Evlerde kalmak yoksulların harcı
değildi.
Bombalanma, kurşunlanma, baskınlara karşı
öğrenci yurtlarında pencerelere çelik öğrenci dolapları dayanır, giriş kapıları
demir parmaklıklarla örülürdü.
Postu deldirmeden Tıp Fakültesini kazasız
belasız bitirmiştim.
Hemen de askerlik görevim başladı.
11 Eylül 1980 Perşembe günü Konya’da
bulunduğum askeri birlikte öğle saatlerinden itibaren kışladan dışarı çıkmamız
yasaklandı. İzinde olan subaylar telgrafla acilen birliklerine çağrıldı. O
geceyi kıtada geçirdik. Kıdemli subaylar bile kışlada toplanmamıza, kalmamıza
bir anlam veremiyordu.
Harp mi çıkıyordu?
Sabah 05.00 gibiydi. Askeri birlikteki
radyolarda Kenan Evren konuşuyordu.
Darbe olmuştu.
O günün o saatine kadar, 5.000 genç,
bugünden bakıldığında bir hiç uğruna, birbirini öldürmüşler, birbirine
kırdırılmışlardı.
Darbe daha ilan edilmeden 5 saat önce 12
Eylül’ün ilk saatlerinde gece 01.00 de Konya’da 500 kişi evlerine baskın
yapılarak tutuklanmıştı. Anlaşılan onların kim olduklarını askerler aylar
önceden biliyorlardı.
Tutukluların muayenelerinden ben
sorumluydum.
Devasa bir askeri hangara
doldurulmuşlardı. Hepsi ayaktaydılar. Hangarda tek sandalye bile yoktu, sigara
dumanından göz gözü görmüyordu. Derin bir sessizlik hakimdi.
Darbeyle cinayetler bıçak gibi kesildi.
Anarşi ve terör derin bir yaraydı. Darbe
yaraya merhem değildi, yarayı dağlayan kızgın bir demirdi, anarşi ve
terör kadar can yaktı.
Alman Dışişleri Bakanı kısa süre önce “Bosfor’a
demir süpürge gerekiyor” demişti. Demir süpürge darbe oluyordu.
Üst üste gelen o iki travma, terör ve
darbe, galiba milli hafızada acı bir ders olarak yer etmedi.