Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.23
Gram Altın
2956.69
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
13 Eylül 2022

12 Eylül ve Ben

Küçük değildim, büyük de değildim.

15 yaşındaydım 12 Eylül 1980’de.

Tam bir geçiş dönemi.

Bir erkek çocuğun ya da gencin kendisini tanımaya, “ispatlamaya” çalıştığı dönemler.

Etrafınız size bazen çocuk, bazen de büyük muamelesi yapar.

Çocuk gibi davrandığınızda da, büyük gibi davrandığınızda da “kusur” bulur.

Bir soruya cevap veremediğinizde bu yaşta bir şey bilmediğinizi söyleyerek küçümser, bilginizi ortaya koyduğunuzda ise “bu konularda görüş belirtebilmek için kırk fırın ekmek yemeniz gerektiğini” söyler.

O çağlarda, size “kıymet” veren, “adam” yerine koyan birilerini ararsınız.

Bir gruba üye olarak, “kimlik” edinmek istersiniz ve o kimlikle toplumda var olmak.

Bizim ilk gençlik yıllarımızda sağ-sol çatışmaları vardı.

Hemen her akşam bombalar patlardı.

Her gün 20 gencimiz “anarşi” yüzünden hayatlarını kaybederdi.

Davutpaşa Ortaokulu’nda okuyordum; “Din Dersi” Hocamız derste katledilmişti.

Yanımızda oturan halim selim arkadaşımızın bacağına serseri kurşun saplanmıştı.

Okulumuz ikide bir “tatil” edilirdi, Cerrahpaşa’daki çatışmalardan dolayı.

*

Annem babam yurt dışındaydılar ve boşanmışlardı.

Ben o akrabalarda, bu akrabalarda büyümeye çalışıyordum.

Genellikle takıldığım mahalledeki arkadaşlarım, “kimliklerini” ararken, olayların içinde bulmuşlardı kendilerini.

Sokaklarda ideolojik marşlar söylüyor, sloganlar atıyor, birbirleriyle sert tartışmalara giriyorlardı.

Hepsinin “Evlâdım, karışma bu işlere, derslerine çalış, bu yolun sonu yol değil!” diyen, onlar için endişelenen anneleri babaları vardı.

O anneler babalar, evlâtlarına “Bak, Serdar hiç gidiyor mu oralara, üstelik yapayalnız bir çocuk!” diyorlardı.

Arkadaşlarım da beni “suya sabuna dokunmaz” bir “tip” olarak görüyorlardı.

Sonra…

12 Eylül oldu.

Mahalledeki bazı gençler “üniformalılar” tarafından alındı ve bir yerlere götürüldü.

Ben, onlar için çok üzüldüm.

Uzun yıllar sonra…

Alınanlardan birini Sultanahmet’te gördüm.

Hediyelik eşya satılan dükkânlardan birinde çalışıyordu.

Zamanında “solcu” marşları söyletilen arkadaşlardan.

O günlerde “aileden gelen” bir motivasyonla CHP’yi tutuyordum ama ideolojik marşlar söylemiyor, sloganlar atmıyor, oraya buraya gitmiyordum.

Marş bilenlerepeyce saygı görüyordu, ben silik kalıyordum.

İşte…

O günlerde çok saygı gören arkadaşlardan biriyle, uzun yıllar sonra Sultanahmet’te karşılaştık ve eski günleri yâd ettik.

Bana,

“Sen haklı çıktın Serdar” dedi;

“Bütün değerleri kullandılar, bizi kullandılar sonra da sap gibi ortada bıraktılar. Onlar daha sonraki yıllarda güzel güzel mekânlarda, makamlarda günlerini gün ettiler. Kimi yurt dışına vınladı, oralarda krallar gibi yaşadı! Biz ise okulumuzu, geleceğimizi kaybettik!”

*

O böyle demişti.

Geçtiğimiz haftalarda da benzeri süreçlerden geçmiş bir arkadaşla konuştuk.

“Eski vakitlere dair üzüntülerini” dile getirdi.

Dedim ki kendisine:

“O günlerde samimi niyetlerle mücadele edenler de çok oldu elbette. Rabbim her kalpte hangi niyetlerin olduğunu eksiksiz bilendir ve adaleti mükemmeldir şüphesiz. Geçmiş yılların muhasebesini ihmal etmeden bugüne bakalım. Madem ki nefes alıyoruz, madem ki tövbe kapısı hâlâ açık, haydi namaza ve haydi tövbe /istiğfara.”

*

Hadi, dönelim 40 yıl öncesine…

Ben, 12 Eylül 1980’i hatırlıyorum, yine dün gibi.

O gün, evde bir “oh be!” havası vardı.

Darbe olmasına sevinme halleri.

Sessiz kalanlar haricindeki apartman sakinleri, “İyi oldu bu, anarşinin duracağı yoktu!” diyorlardı.

Vatan ve Millet caddelerine tanklar dizilmişti.

Ekmeklerimizi askerler getiriyordu.

Sokağa çıkmak yasaktı.

İlk gün çok sıkı tutmuşlardı işi, sonraki günlerdeyse biraz gevşetmişlerdi.

Sokaklarda top oynamamıza izin veriyorlardı.

Hatta askerler arasından da üç, beş şut çekenler çıkıyordu.

*

Ülkeye tuhaf bir rahatlık gelmişti.

Çatışma sesleri yoktu artık, anarşi bir günde bitmişti!

Sessiz kalanlar hariç herkes, “darbeye muhatap olan” siyasetçileri suçluyordu.

Ülkeyi onlar bu hale getirmişlerdi; bitmez tükenmez cumhurbaşkanlığı seçim turları, kavgalar, çekişmeler, koltuk mücadeleleri derken ülke sahipsiz kalmıştı.

Ve Kenan Evren ülkeye sahip çıkmıştı!

O günlerde böyle düşünülüyordu.

Darbeci Kenan Evren mitinglerde büyük ve coşkulu kalabalıklara hitap ediyordu.

Siyasileri hedef alıyor, ülkeyi anarşi ve terörden nasıl “kurtardıklarını” anlatıyor, her haliyle Atatürk’ü taklit etmeye çalışıyordu.

Bir konuşmasında “gericilikten” bahsettiğini hatırlıyorum.

Kendisine gönderilen bir mektubu sallayarak,

“Ben Devlet Başkanıymışım, İslam Devleti’nde Devlet Başkanı Cuma Namazı kıldırırmış, bak sen, bak bak!” yollu lâflar ediyordu.

(Sessiz kalanlar hariç) bizim apartmandakiler de “Olur mu canım öyle şey!” diyor, bu lâflara gülüyordu.

Darbecilerin, yönetime el koyduktan 3 hafta sonra “Yunanistan’ın NATO’ya girişine onay verdiği”, o günlerde gündeme gelmiyordu pek.

Kenan Evren’in, Carter’a bu konuda “söz verdiğini” kim bilebilirdi ki o günlerde?

Hoş bilinseydi de ne değişirdi ki, Türkiye’yi “anarşiden kurtarmış” (!) bir “Lider” (!) vardı ortada!

Darbenin yapıldığı gün, ABD’den sevinç çığlıklarının yükseldiği, darbenin arkasında CIA’nın olduğu, darbecilerin “şartların olgunlaşmasını bekledikleri”da bilinmiyordu.

Darbeci Kenan Evren’in adalete bakışını “Bir sağcı bir solcu, iki sağcı iki solcu astık ki töhmet altında kalmayalım!”diyerek ortaya koymasına da uzun yıllar vardı.

Darbecilerin “yargılanmaktan muaf olacaklarının”Anayasa Hükmü haline getirmeleri normal karşılanıyordu haliyle.

“E tabii” deniyordu, “Yarın ne olacağı belli olmaz, adamları bir gün suçlu ilan ediverirler!” vesaire…

Gençler cezaevlerindeydi.

Kimileri asılmıştı.

Ben, anlamaya çalışıyordum.

Büyüklerim bana “İyi ki o günlerde mahalledeki arkadaşlarına uyup da birilerinin peşinden gitmemişsin!” diyorlardı.

***

ANAYASA REFERANDUMU VE ÖZAL’LI YILLAR!

Yıllar, böyle böyle geçmişti işte.

Anayasa Referandumu’na kahir ekseriyetle “evet” diyen vatandaş, Genel Seçim’de, birkaç yıl evvel meydanlarda coşkuyla bağrına bastığı Kenan Evren’in gösterdiğini değil de, O’nun hiç istemediği Merhum Turgut Özal’ı tercih etmişti.

Merhum Özal’ın, “darbe lideri” Kenan Evren’i kendisine doğru çekip öpmesinden de büyük mutluluk duymuştu.

Birkaç sene evvel, bizim apartmandakilere “Kenan Evren kimi isterse onu seçtirir mi?” diye bir soru yöneltilmiş olsaydı…

Hiç şüphe etmem ki, hemen hepsi “Elbette seçtirir, ülkeyi bunca sıkıntıdan kurtarmış adam” yollu cevaplar verirlerdi.

Kimileri “Vatandaş o günlerde de biliyordu neyin ne olduğunu ama bir an evvel demokrasiye geçebilmek için referandumda evet dedi”yollu âflar ediyor.

Ben o günleri hiç de böyle hatırlamıyorum.

Etrafımdakilerin büyük bölümü “Kenan Evren memleketi büyük belâdan kurtardı” diyordu.

Belki de benim etrafım böyleydi sadece, o kadarını bilemiyorum.

Neyse…

Devam edelim.

Gazetecilik serüvenimiz 1987’de başlamıştı.

Özal iktidarında.

Yıllar önce Merhum Özal’ın bir mitingini izlemiştim “sade vatandaş” sıfatıyla.

Hitabeti pek parlak değildi, duruşunda da “Lider” havası yoktu.

O gün öyle düşünmüştüm.

Sonra gazeteciliğe başlayınca, kendisini daha yakından tâkip etme imkânını bulmuştum.

Özgüveni, darbecilerle “dalga geçer” halleri, Türkiye’ye “özgüven ve cesaret” aşılaması hoşuma gidiyordu.

Lâkin, kafamda soru işaretleri vardı.

Merhum Özal, “Harca Türkiye, bir ışıkla yetinme, evdeki bütün ışıkları yak!” diyordu.

Toplumun birden bire açılıp saçılmasını, “ithal” çılgınlığına yönelmesini doğru bulmuyordum.

Özelleştirmenin anlam ve öneminden, faydasından sıkça bahsediyordu Merhum Özal.

Aşırı özelleştirmeciliği de “Devlet’in güvenliği açısından” tehlikeli buluyordum.

Bir de…

Merhum Özal’ın etrafındaki “tablo” hoşuma gitmiyordu.

*

Bu yıllarda Babam, Üvey Annem’le birlikte Almanya’dan kesin dönüş yapmış, kısa bir süre sonra da kanser hastalığına yakalanmış, Rahmetli olmuştu.

Geç bulmuş, çabuk kaybetmiştim Babamı.

O günlerde…

Ev sohbetine davet edildim.

Başmisafir Merhum Timurtaş Hoca’ydı.

Anlattıklarından etkilendim, kendimi sorgulamaya başladım.

Sonra da “miras kalmış” inancımı araştırmaya.

Okudum, araştırdım.

İkna oldum.

Namaza başladım.

Cuma Dergisi’ne geçtim.

*

Şimdi 57 yaşındayım.

Sokaktaki arkadaşların marşlar söyledikleri o yılları çok gerilerde bırakmışım.

Bugün tefekkür halindeyim:

Ben,hele annesiz babasız büyümeye çalıştığım ortamlarda çoktan “birilerinin” ellerine düşebilirdim.

Ailem yurt dışındaydı.

Para sıkıntım yoktu.

O günlerde “rahat”tım.

“Eve kaçta geldin, kaçta gittin!”sorgusu yoktu.

Buna rağmen, tercihimi kitaplardan yana kullanmıştım.

Mahallemizde gururla söylenen “ideolojik marşlara” meyletmemiş, Millet Kütüphanesi’ndeki kitaplarla arkadaş olmuştum.

Bir de Emniyet Sandığı denilen bankanın “kültür yayınları” vardı.

Aksaray Şubesi’nin müdürüyle aram iyiydi.

Her gelen kitaptan bir tane de benim için ayırırdı mutlaka.

Bir de, Cuma Pazarı’nda, Haseki Hastanesi’nin bahçesinde su satardım.

Zevk alırdım bunu yapmaktan, i kazandığımı harcamak ayrı zevk verirdi.

Cuma Pazarı’ndaki maydanozcu, tezgâhını bana bırakıp ihtiyaç görmeye giderdi.

“Maydanozlar her eve lâzım” diye bağırmaktan çok hoşlanırdım.

Eğlencem bunlardı.

Sokaklardaki olaylara ise hiç meyletmezdim.

Hele hele, yanımızda oturan masum arkadaşımızın bir kör kurşunla yaralanması koca bir “ikaz” işareti olmuştu benim için.

İkazın nereden geleceği belli mi olur?

O günlerde “kitaplar” içinde ve “ot gibi” yaşamıştım birilerine göre.

Yapayalnız, başı belâya girse kimsenin dönüp bakmayacağı bir yavrucağı Allah korumuştu, hepsi bu işte.

****

DUR VE DÜŞÜN!

Şimdi…

Ne zaman, günlük politik tartışmaların anaforuna kapılmış…

Sosyal medyanın dehlizlerinde kaybolmuş bir genç görsem…

“Dur biraz!” diyorum.

“Sakinleş!”

*

Bir yerden bir yere uçakla gidersen, etrafı göremezsin.

Arabayla hızlı gidersen, biraz görebilirsin.

Arabayla yavaş gidersen daha fazla görebilirsin.

Bisikletle gidersen, etraftı seslerini işitebilirsin, kuşlar şarkı söyler sana.

Koşarsan, hele hele yürürsen çok daha fazlası senin olur.

Acele etme, sürekli olarak bir şeyler kaçıyor hissiyle yaşama.

Boş verme, ilerle, ağır ağır da olsa ilerle, ama acele etme!

Ara sıra dur ve düşün.

Kim neyi niçin yapıyor, kim kimi niçin hedef alıyor?

Büyük resmi görmeye çalış!..

Çalış ve gördüğünü bana da göster!

*

Bir söz işittiğinde, bir haber gördüğünde, bir paylaşıma denk geldiğinde “ihtiyatla” karşıla.

Doğru olduğuna ve ülken için, ailen için, senin için yararlı olduğuna inanıyorsan paylaş.

Ve benimle de paylaş!

*

Ve elbette oku.

Eskiden “Çok gezen mi çok bilir yoksa çok okuyan mı?” sorusuna, hiç düşünmeden “Elbette çok gezen!” karşılığını verirdim.

Şimdi…

“Önce oku, sonra gez!” diyorum.

12 Eylül’ü ve sonrasını da “ideoloji” gözlüklerini çıkartarak okumakta ne büyük faydalar var!

Gerçek tarihi arayıp bulmakta ne büyük faydalar var!

Tarihine düşman olma ve kutsallaştırma.

Tarihini “ders çıkartmak” için öğren!