12 Eylül Öncesinde ve Sonrasında Ben!
Dile kolay,
tam 40 sene geçmiş üzerinden…
Kenan Evren ile CIA’nın diğer “iyi çocukları”, “emir
ve komuta zinciri” içerisinde yönetime el konulduğunu açıkladıklarında,
gençliğe yeni yeni adım atmış vaziyetteydim.
Darbeye giden yolda, beni “yanlış yollara sapma” diye ikaz
edecek büyüklerim yoktu etrafımda.
“Ailem” yurt dışındaydı ve ben orada burada
büyütülüyordum.
“Kaldığım” mahallelerde yaşıtlarımın ve
benden birkaç yaş büyük olanların çoğu tezgâhlara düşürülmüşlerdi.
Gıcır gıcır Mersedesli
büyükleri, onları ölüme çağırıyorlardı.
Amerika ile
Rusya arasındaki kavga, buraya böyle yansıyordu…
Kitapla,
ilimle, irfanla uğraşması gereken gençlerin dünyaları karartılıyordu.
“İyi şeyler yapıyorum” zanneden gençler, birbirlerini
boğazlıyor, CIA güdümündeki darbecinin günün birinde keyifle ve gururla anlatacağı “Şartların olgunlaşmasını bekleme” oyununda
kullanılıyorlardı.
Ben o
günlerde işin “CIA” tarafına pek akıl erdiremesem de, ortada “kullanma-kullanılma” durumlarının olduğunu görebiliyor, sağdan ve
soldan uzak duruyordum.
Bundan
dolayı da “Sen Sev Gençsin Oğlum”
diyordu “arkadaşlarımdan” bazıları
bana.
O günlerde,
tek kanallı, siyah beyaz televizyonumuz vardı.
Gazeteleri,
çoğunlukla da Hürriyet Gazetesi’ni komşulardan okurduk…
Dönemin
güçlü siyaset adamları, “Demirel,
Ecevit, Erbakan, Türkeş, Bozbeyli, Feyzioğlu”arasındaki atışmaları ilgiyle
tâkip ederdik…
Pamuk
ipliklerine bağlı koalisyonlar kurulurdu…
Memlekette
huzur, güven, istikrar namına bir şey yoktu…
Tüp ve yağ
kuyrukları ikinci, üçüncü adresimizdi…
Her gün her
şeye zam gelirdi…
Her gün
ortalama 20 vatan evlâdı “teröre”
kurban verilirdi…
Davutpaşa
Lisesi’ndeki “Din Hocamız” sınıfta
vurulmuştu, yanımızda oturan arkadaşımızın bacağını “kaza kurşunu” delmişti.
Okulumuzun
etrafında sık sık çatışmalar olurdu ve derslere sık sık ara verilirdi.
Bu hengame
içinde tuhaf bir mutluluğumuz vardı;
Mahalleye gittiğimizde,
olan biteni bakkallarımız Merhume Hamide
Teyze’ye, Merhume Tahsin Amca’ya ve diğer komşularımıza anlatmaktan “çocukça” zevk alırdık.
Apartmanlarımızın
“bomba ihbarlarından dolayı”
boşaltılması bize heyecan verirdi.
Türkiye’nin
CIA ayarlı darbeye gittiğini ve esas
hedefin Türkiye’yi “küresel kapitalizme” sıkı sıkıya yapıştırmak olduğunu o
günlerde nereden düşünebileceksin…
Allah
korudu, o en deli dolu günlerimizde “çatışmalardan”
uzak kaldık.
Mahallemizin
en bıçkın, en solcu gençlerinden
birine yıllar sonra, Sultanahmet’te rastladım.
O günleri
andık.
Dedi ki, “Serdar, sen daha o yaşta çok doğru düşünüyormuşsun.
Bizi kullandılar, kullandılar, belâlalara bulaştırdılar ve bir kenara attılar.
O günlerde, ‘kahrolsun kapitalizm’ diye diye kapitalizme hizmet ediyormuşuz
meğer. Nereden bilebilirdik ki?”
Evet, ben de
bunun böyle olacağını bilmiyordum.
Allah korudu
işte, kendi kendime hep, “Bunların da, bunlarla çatışanların da
gittikleri yol yol değil!” dedim.
Ve 12 Eylül
1980.
Askerler
sokaklarda.
Sokağa
çıkmak yasak, mahallelere ekmek arabaları geliyor.
Biz, “bomboş
sokaklarda” top oynamaya bayılıyoruz.
Arkadaşlarımızı, arkadaşlarımızın ağabeylerini, ablalarını
jandarmalar alıp götürüyor.
Okullar kapanıyor, sonra açılıyor.
Her koridorda askerler.
Okula “subaylar”
gelip gidiyor
Sokaklarda askeri araçlar, adım başı kimliğimiz soruluyor.
Sonra, “demokrasiye”
geçiş…
Merhum Özallı yıllar…
Merhum Özal, darbeci Kenan Evren’i öpüyor, askeri “şortla”
denetliyor…
Sonra…
“Çikita Muz”la tanışıyoruz.
“İthal ayakkabılarla”…
Döviz taşımak artık serbest, ithal ürünler çok pahalı ama çok
serbest.
Adidas Top-Ten’i alan havasını basıyor…
“Evlerinizdeki bütün
ışıkları yakın!”
deniyor.
“Harca Türkiye!”
deniyor.
İnsanlar borç harç tüketiyor.
Türkiye “Papatyalar”la
tanışıyor, “Hediye Jaguarlar”la…
Evde hep beraber zevkle yenen “küçük karpuzların” yüzüne
bakan olmuyor artık, herkes en büyüğünü en büyüğünü istiyor!
Tüketiyoruz, fakirsek de borçlanarak!..
Sonra…
Solcu denilenlerin yaptıklarını görüyoruz; “aşk skandalları”
patlıyor, İSKİ’nin kanalizasyonları patlıyor.
“Aslan Sosyal Demokrasi” etrafı çok kötü kokutuyor.
Pisliği ortadan kaldırmak, Sayın Erdoğan’a düşüyor.
Aralarda bir sürü renk var…
Mesela…
Mesut Yılmaz’ı tanıyoruz, Tansu Çiller’i tanıyoruz…
‘Conrad’lardan, ‘Yalı’lardan sesleniyorlar bize.
Sonra, Rahmetli Erbakan’ın tırnaklarıyla kazarak ulaştığı “iktidar”…
Sonra, yine darbe.
Ara dönem hükümetleri …
PKK “ikinci tehlikeliğe” terfi
ettiriliyor!..
Bir Kur’an Kursları kapanmasın, İmam Hatipler kapanmasın, kız
çocukları okullarından olmasın, Türkiye savunma sanayinde dışarıya muhtaç halde
kalmasın diye uğraşırken...
FETÖ kendisine alan açıyor…
Biz, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olsun” diye
uğraşıyoruz.
Biz uğraşırken, kimileri “eyyamcılık” yapıyor.
Bugünün “en bi Tayyip
Erdoğancı” takılanlarından birçok tanıdığım, o günlerde bize çakıyor, “Niye askeri bu kadar kızdırıyorsunuz!”
makamında.
Sonra sonra…
Büyük işlerin yapıldığı Ak Parti dönemi geliyor.
Sayın Erdoğan iyi gidiyor da, sonradan iyice görüyoruz ki, etrafı “FETÖ”
unsurları tarafından kuşatılmış.
O günlerde, FETÖ medyasının en böyyük adamlarının dibinden ayrılmayanların
önemli bir bölümü, vakti gelince “En bi kahraman, en bi Tayyip Erdoğancı”
oluyor.
Yiğidin az bulunduğu zamanda “tırsanlar”, yiğidin harman olduğu zamanda ortaya çıkıyor, parsayı
topluyorlar!..
Başörtüsü mücadelesi “kazanılıyor” bu arada, her yerde
serbest oluyor başörtüsü
“Tesettür” ise
ufak ufak eriyor…
Bir taraftan büyük işler yapılıyor memlekette, güzel işler…
Diğer taraftan da, ailemizin zemini oyuluyor, eğitim ne yerli
ne de milli, kültür derseniz “oryantal”
kıvamında.
Memleketin başı belâda, gözlerimiz elbette “bekâ”da.
Yıkıcı muhalefet yıkmak için var gücüyle saldırıyor.
Biz yıkılmasın diye mücadele ederken, “içeriyi” de uyarmaya çalışıyoruz…
Amma velâkin, “eyyamcılar”
yaman!..
Eyyamcılar, çaktırmadan zemini oyan!..
12 Eylül’ün üzerinden 40 yıl geçmiş, 28 Şubat ise 23 yıl geride.
Bugün…
Yine “bıçak sırtı”ndayız.
Bundan 40 yıl evvel, “bıyıkları
yeni tellemiş” bir delikanlı iken olan biteni epeyce anlamlandırabilen ben…
Bugün, bu yaşımda, büyük zorluklar çekiyorum.
28 Şubat’ta “darbeciler
ve darbe karşıtları” olarak gayet net iken saflar, şimdiki karmaşadan
çıkmanın mücadelesini veriyorum.
Bugünün hemen her tarafı kuşatan “ince ayarlı” operasyon
ortamında…
Tıpkı 12 Eylül öncesinde yaptığım gibi “Geri çekilip seyretmek” mi? doğru olan, yoksa tıpkı 28 Şubat
sürecinde yaptığım gibi “Kolları sıvayıp
ortalığa dalmak” mı?..
15 Temmuz Destanı çok şanlıydı, o günlerden bugünlere neler
yaşandı?
Bunların tefekküründeyim.
Kolayca, tek kalemde verilen bütün cevaplara mesafeli bir şekilde…
“Ne yapmak gerektiğini” düşünüyorum.
Zira…
Malûm;
Yapmanız gerekirken yapmadıklarınız kadar, yapmamanız gerekirken yaptıklarınızdan da sorumlusunuz!..