Sistem(at)ik bakış
Geleceğe dair kuşkularımın ya da endişelerimin başında sistematik ve bütüncül bakış bağlamında oluşan zafiyetler gelmektedir. Bu endişenin geleceğe yönelik olması, ister istemez genç nesle de göndermelerde bulunmaktadır. Fakat yine de bu zafiyetin post/modern dünyanın karakteristikleri ile yakın ilintisi olduğundan dünyaya doğru yayıldığını; yani kahir ekseriyete teşmil edilebileceğini söyleyebiliriz.
Geçenlerde
bir üniversiteye iş için gitmiştim. Ana girişten geçerken aradığım fakülteyi
sordum. İlk anda görevliler hemen cevap veremediler ve kendi aralarındaki
sorulardan sonra beni bir binaya yönlendirdiler. O bina aradığım fakülte
değildi. Orada da görevlilere ve hatta öğrencilere sordum. Beni yönlendirdikleri
bina aradığım fakülte değildi. Bu şekilde epey gelgitlerden sonra, kendi aradım
ve buldum. Ancak bende oluşan kanaat (ki bu kanaatimi besleyen başka
tecrübelerim de var) bütünsellikten yoksun bir hayat tarzının baskın hale
gelmiş olmasıdır.
İnsanlardan
bir kısmı içinde yaşadıkları ülkenin dünyada nerede durduğunu, yaşadığı
ülkesinin şehirlerinin nerede olduğunu bilmemektedirler. Bunu coğrafya
bilgisinin zayıflığından da öte bütünsel bakış açısından yoksunluk şeklinde
düşünme eğilimindeyim. Üstelik bu durum sadece yön ve coğrafya ile değil,
hayatın bütününe sirayet eden dünyayı algılama biçimiyle de ilintilidir.
Burada
sorunun iki önemli tezahürünü ele alabiliriz. Birincisi, dünya sistemi bütünsel
bir proje olarak çalışırken insanlar onu parçaları ile algılamaya
çalışmaktadırlar. Bunun ilk elden
postmodernliğin hakikati parçalamasıyla ilintisi bulunmaktadır. Hakikat artık
dışarıdan ve bütünsel bir şey olmaktan uzaklaştırıldığı oranda, dünya sistemi
de parçaları ile algılanmaya başlamıştır. Bir başka deyişle, parçalarını bir
bütün olarak sunmaktadır.
İşin
ilginç tarafı, insanlar bu hokus pokus işleminde kendilerine sunulan parçalarla
uğraşmakta (tekasür) ve bu parçaları sorunu bütünü zannetmektedirler. Bunun bir
diğer uzantısı da, insanların ellerine tutuşturulan makinelerle uğraşmaktan ve
bunun içinde akıp giden (tekasürden) sorunun büyüklüğü ve meselenin önemini
anlayabilmiş değillerdir. Bu minvalde ulus aşırı sermaye büyüyüp giderken,
kitleler fakirleşmektedir.
Bu çerçevede
bir diğer konu da İslam’ı ve İslam düşüncesini de bir bütünsellik içinde
kavramaktan uzaklaşılmasıdır. 1980’li yıllardaki tartışmalara bakıldığında,
islami söylemin merkezini bir paradigma ve sistem(at)ik bakış oluşturmakta idi.
Bugünden bakılınca çok da anlaşılmayan hatta kimilerince yadırganan islami
söylem ve düşünceler en azından İslam’ı bir paradigma meselesi olarak okumakta
idiler.
Esasen
Batı’da ortaya sürülen siyasal, sosyal, kültürel teorilere dikkatle
bakıldığında, İslam’ı müslüman toplumlardan daha iyi anladıkları kanaatini
taşımaktayım. Çünkü soğuk savaş döneminde henüz kristalize olmaya islam
düşüncesi bir muhatap olarak da görülmüyordu. Ancak bilhassa 1980’li yıllardan
sonra bu durum değişmeye başladı.
Müslüman
toplumların kendi sorunlarını çöz(e)meme noktasında başarısızlıklarında farklı
bileşenler rol oynamakla birlikte, önemli oranda İslam’ı böyle sistematik bir
bakışla algılayamamaları gelmektedir. Bunun için de ortaya sürdükleri çözümler
palyatif kalmaktadır. Zira “islamilik” denilen şey, zihinlerde bir makinenin
alt birimlerinin birbirleriyle uyumlu işleyişi şeklinde düşünülmemektedir.
Fakat
daha da ötede müslüman toplumlarda gelinen noktada Batı ile ilişkiler sonucunda
oluşan umutsuzluk, Batı modernitesine mutlak uyumla sonuçlanmış gibidir.
Müslüman toplumlar artık modernitenin getirilerinin keyfini sürmektedirler.
Fakat bunun nasıl bir maliyeti karşımıza çıkaracağını düşünmemektedirler.