Din varlığı kuşatır
“Din nedir?” gibi bir soruyu cevaplandırmaya çalışanlar, onun neliğine dair söylediklerinde dikkat ettiğim en önemli eksiklik varlığı ve kendilerini kuşatma noktasındaki analizlerde ortaya çıkmaktadır.
Ramazan (oruç) ayına girdiğimiz şu günlerde,
namaz ve orucun artık post/modern insana göre olmadığı şeklinde birtakım
yorumlar var. Hatta günümüz insanının özellikle megapollerde çok meşgul
olduğundan hareketle, namaz ibadetinin yerine getirilmesinin imkansız olduğu da
açık ve örtük biçimde söylenenlerden. Aynı şekilde giderek “niçin aç kalıyoruz
ki?” şeklinde özetlenebilecek olan postmodern içerikli itirazlardan anlaşıldığı
kadarıyla, oruç da namaz gibi salt “beden” üzerinden değerlendirilmektedir.
“Beden”in post/modern zamanlarda öne
çıkması ve esasen maddi ve anatomik boyutuyla insan hayatında tebellür etmesi,
zaten ruh-beden dengesi açısından düşünüldüğünde bir kaymayı göstermektedir. “Beden”e
odaklanma, sadece onun maddi ihtiyaçlarını gidermeyi içermekte, bedeni hayata
maddi boyutuyla dahil etmekte, modernliğe geçişle birlikte onun seküler
karakterine vurgu yapmaktadır. Dikkat edilirse bugün beden üzerine odaklanma,
bedeni süsleme hayatın merkezine oturmuş görünmektedir.
Bütün seküler ideolojilerin temel
handikaplarından birisi gelip “beden”in içinde hapsolmalarıdır. Burada dört
gösterim öne çıkar. Birincisi, yemek, içmek yani mideyi doldurmak. İkincisi de,
cinselliktir. Üçüncüsü ise bedenin farklı mekanlarını süslemek. (saç stilleri,
boyalar, dövmeler, hızmalar vb.) Üstelik de tüm bunlar farklı olmak adına
yapılır ki, herkes kendisini homojenleştiği bir diğerinden ayırabilsin.
Dördüncüsü, elbise ve giyim. Üstelik giyinmek de farklı olmak ve gösteriş
üzerine yoğunlaşmaktadır. Burada giderek varlık tek boyutlu olmaya
başlamaktadır; bir başka deyişle, yeni durum varlığı kuşatamamakta ya da tek
boyutlu olarak dünyaya odaklanmaktadır.
Halbuki insan bundan ibaret
değildir. Post/modern düşünce (hem modern hem de postmodern olan) ölümlü olan,
varlığın maddi boyutunun ötesindeki boyutunu da hisseden insana kuşatıcı bir
varlık anlayışı sunabilecek kapasitede değildir. Tam da bu sebeple, insanın bu sorularını ertelemekte, cazibeli
görselliklerle onu oyalamakta, hakikate dair sorularını görmezden gelmekte ve
hatta bunların önemli olmadığını buyurmaktadır.
Burada geçmişte olan şey aslında
tekerrür etmektedir. Kur’an-ı Kerim’in anlatımlarına baktığımızda, geçmişteki
sosyal formlar içerisinde, inanmak istemeyenlerin varlık dünyasını parçalamak
istedikleri, bu parçalar içerinden dünyayı anlamaya çalıştıkları ve nihayet
sınırlı (dünya ile sınırlı) bir varlık
anlayışı ürettiklerini görmekteyiz. Kur’an-ı Kerim’in ısrarla “Tevhid”in altını
çizmeye çalışması, en başta varlık dünyasını bütünsel olarak kavramaya
yöneliktir.
“Tevhid”den her ayrılış düşüncesinin
geleceği yer, insanın temel hedefi ve anlamını kendi içkinliğinde bulabileceği
bir dünyevilik (ki seküler ideolojilerin dünyadan başka mekanı olamaz) ile
bunun doğal sonucu olarak dünya ve bedene odaklanmaktır. Geçmişte Roma’yı
özetleyebileyecek olan da budur.
Modernliğin varlığı kapsayabilme
iddiasını Hegel’in “akli olan gerçektir; gerçek olan aklidir” şeklindeki
cümlesinde özetleyebiliriz. Bütün varlığı insanın kapasitesi içine sığdırmaya
çalışmak gibi bir zihniyetten hareket etti. Ancak neticede bunun insan için
aşırı bir iddia olduğu ortaya çıktı ve insanı dünyada ikamet ettirmekten ve
bedenine odaklandırmaktan başka bir sonuç üretmedi.
İçinde bulunduğumuz Ramazan ayının ve tutulan orucun en azından varlığın devasa büyüklüğü ve azametini kavrabilme şuurunu vermesi açısından bir imkana dönüşmesi, orucun ve namazın “beden”sel boyutunun aşılmasıyla sağlanabilecektir.