"Deli bunlar!"
Geçmişte
yaşanmaz ama geçmişi unutmak da olmaz.
Bugünkü
hallere bakıyorum da, belki de her “yaşlı”nın
dediği gibi “Hey gidi günler!”
diyorum.
Bize
gazetecilik mesleğinin çileli tarafları düştü hep, sıkıntılar, imkân darlıkları
içinde bir şeyler yapmaya çalıştık.
Rahmetli Necip Fazıl Üstad’ın dediği
gibi,
“Yokuşlarda susadık!”
Şimdiki gibi
yiğidin harman olduğu yıllar değildi
o yıllar…
Az bulunduğu
yıllardı.
O günlerde
bizlere “Askeri kışkırtıyonuz, bize de kızıyola” diyen Bazı “göbekli tepe”, “ray-ban gözlük”, “kifayetsiz
muhteris” tipler, şimdilerde en bi
28 Şubat karşıtı takılıyorlar ya…
Güler misin,
ağlar mısın!
O günlerde,
bin mukaddesat düşmanının olduğu ortamlara gider, bin mukaddesat düşmanının
arasında işimizi yapardık.
Nice hatıra
var.
Bir gün…
Kıymetli Kamuran Akkuş ile, bunların “şedit gaspçılarından” birinin mekânına
gitmiştik.
O zamanlar
başımıza bir şey gelse, haber vermeye yarayacak cep telefonu filan da yoktu.
Demiştim ki
Kamuran’a, “Kardeş, ikimizin de içeri
girmesinin anlamı yok. Götürürlerse ikimizi de götürürler. Ben gireyim, sen
erketede kal. Bir durum olursa, bir yerlerden ilgili yerlere haber verirsin!”
Oraya, o
zayıf bedenime yüklediğim olanca heybetimle girmiş, duruşumla (galiba) karşı
tarafı etkilemiş ve “sorularıma cevap
vermeye” razı etmiştim.
O günlerde, “Başımıza bir şey gelirse ya şehit oluruz
ya gazi” ruhu vardı, bizde
Saflar net
gibiydi.
“İzler birbirine karışmış” gibi de
değildi.
O günlerde, imkânlarımız
az, gayretimiz çoktu.
Kırık dökük
daktilolarla haber yetiştirmeye gayret ederdik ki, çoğu “stajyer muhabir” pozisyonunda olan arkadaşların haberlerini
düzeltip teslim etme işi de bizdeydi.
Bir de,
dünyanın haberini öğle 12’de Yayın Kurulu’na teslim etmeye mecburduk.
Şimdilerde,
bilgisayarla “Kes, kopyala, yapıştır”
ne kolay iş…
Kırık dökük
daktilolarla, hem de öğle 12’ye kadar 20 civarında haberi “düzeltmeye” üstüne
bir de kendi haberlerinizi yetiştirmeye çalıştığınızı ve üstelik haberden habere koştuğunuzu…
Ve üstüne
üstlük nice tehdit ve dava ile uğraşmak mecburiyetinde kaldığınızı düşünün
lütfen!..
Kafayı yedik
de, boşuna yemedik yani!..
Bizim o mücadelemizin
büyük bölümüne MİLAT’ın Genel Yayın
Yönetmeni Ali Adakoğlu kardeşimiz de
şahittir.
O da ne
çileler çekti, bizlerle birlikte.
Evet;
Küçük bir ekip,
deliler gibi çalışırdık.
O günleri
filme almış olsaydık ve size izletseydik, bize kesinlikle “deli bunlar” derdiniz!..
Hakkımızda
ne dâvâlar açıldı, ne tehditler yağdırıldı, bir an bile tereddüt etmedik.
Dedik ya,
“Ölünce şehit, ölmeyince gaziydik.”
Beş ciltlik
kitap olur, Muhterem Mustafa, Nuri, Ali Karahasanoğlu Kardeşlerle,
Merhum Hasan Karakaya ile ve diğer
çilekeş gazetecilerle birlikte neler neler yaşadık ve “muhafazakâr ezikliklerin”, “laikçi
zulümlerin” nicelerine muhatap olduk.
*
Bugün, birçok
medya grubunda muazzam imkânlar var.
İmkânlar
denizi içinde değil, imkânlar okyanusu içindeler…
Amma
velâkin, gazetecilik, gerçeği ortaya çıkartma çabası…
Yok ile var
arasında!..
Taraflar
yerlerini almış, birilerinin sırtından birilerine ateş ediyor ya da birilerine
alkışlamakla dediklerini tekrarlamakla yetiniyor.
Rahat
gazetecilik!..
Lüks
gazetecilik!..
Arada bazı
gayretli arkadaşlar çıkıyor, görüyoruz…
Onların çoğu
da, bizim ekipten!
****
MERHUM ERBAKAN HOCA’NIN SIKI MUHALETİ
Durumlar
kel!..
Sadece bizim
meslekte mi?
Siyasette de
öyle.
Rahmetli Kamran İnan’ın Devlet Bakanlığı zamanı.
Röportaj
yapmak için gitmiştik.
Ön sohbette
dedi ki:
“Erbakan Hoca ve ekibi çok yaman muhalefet
yapar. Derslerini çok iyi çalışır ve iktidarları sıkıntıya sokarlar. Hoca’nın
tatlı sert baskısı iktidarlara çok daha fazla çalışmaya mecbur eder.”
Öyleymiş.
Yakınları
anlattı;
Rahmetli Erbakan Hoca,, sabah
namazlarına kadar kendisini kaybetmiş halde çalışırmış..
O “boncuk boncuk terleme” meselesi de,
aslında, Merhum Hoca’nın çok terleyen bir insan olmasından kaynaklanırmış.
Merhum Erbakan Hoca, çalışırken
kendisini o kadar kaybedermiş ki…
Üzerinde
unuttuğu ceketinin vatkaları sabaha kadar terden ıslanırmış.
Şimdinin
çalışkan insanlarının çoğu o “nesil”den
kalma.
Ömrü yetenler,
Sayın Erdoğan’ı da “Öyle bir çalışırdı ki, şimdilerde öylesi
nerdeeee…” diye anlatacaklardır…
*
Merhum Kamran İnan’ın, “Erbakan Hoca’nın muhalefeti”nden nasıl bahsettiğini yazdık ya…
Bugünkü
muhalefete bakıyorum, “tatlı su”
muhalefeti, bir politikacının deyişiyle “sarı
muhalefet!”
Son
vakitlerde, Sayın Fatih Erbakan’ın ekibiyle birlikte hazırladığı “Sorunlar ve Çözüm Teklifleri”
kitaplarından başkasını pek göremedim.
Aradım,
bulamadım.
Gözümden
kaçanlar varsa, birileri lütfen göndersin.
Yani…
Muhalefet, “İstemezük” muhalefeti…
Bir de…
“Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”
gibi, hele bu “yedi benzemezli, yuvarlak
masa ittifakı” tarafından pratiğe geçirilmesi imkânsız bir “modeli” hem de 28 Şubat darbesinin
yıldönümünde kamuoyunun dikkatine sunacaklarmış!..
Vatandaş da
dört gözle bunu bekliyordu zaten.
Mesele
sistem meselesiydi, parlamenter sistemde çok rahat etmiştik, o zaman her bi şey
hızla yürüyordu.
Deprem
bölgesine üç günde ulaşamayan koalisyoncular, o dönemin koalisyoncuları
değildi!..
*-
Aslına
bakarsanız, İktidar Partisi’nin bazı yerlerinde de büyük bir “tembellik”, hatta “umarsamazlık” hâli var.
Eskiden,
birileri arayıp yaptıklarını anlatmaya çalışırdı, şimdilerde o da yok.
Yükün büyük
bir bölümü “Dünyayı gezerek” kaynak
arayan Sayın Cumhurbaşkanı ile
birkaç dâvâ arkadaşının omuzlarında.
Sayın Erdoğan da malûm,
Rahmetli Erbakan Nesli’nden!