Bilsek Neler Söyler Bize…
Muhyiddin İbn Arabî Fusûsul Hikem adlı meşhur eserinde dünyada
görülen açlıkların, hastalık ve tabi afetler gibi bela ve engellerin insanı
sıktığını, meşgul edip oyaladığını ve ona Hakk ile bağlantısını kaybettirdiğini
söyler. Sonra “Yüzünüzü nereye
dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır.” âyetini gerçek anlamıyla anlayan kişinin
Hâlık’ın yüzünü o belalarda da göreceğini, zira o belalarda bile açığa çıkanın
hakkın yüzü olduğunu hatırlatır (s. 157).
Eserinin başka bir yerinde “Allah’ın emir ve isteği âlem aynasının
sırlanmasıydı. Böyle olunca, insan yani Âdem, Allah’ın görüntüsünü yansıtan
aynanın sırrı/cilâsı oldu. Nitekim Allah’ın niteliklerini en iyi ve en net
yansıtan Âdem’dir. Bu konuda ondan daha yetkin başka bir canlı yaratılmamıştır.
Böylece Âdem, âlemin sırrı oldu” buyurur
(s. 21). Ancak varlık karşısında tefekkür ve hayret kabiliyetini kaybeden insan
hakikatiyle arasına bilinçli bir mesafe koymuş olur, maneviyat akışını sekteye
uğratır. Neticede sırrını kaybeder.
Eski çağlar Rabbiyle uzlaşması için insanlığa daha geniş bir
alan sunuyordu. İbrahim Peygamberin yaratıcısını açık bir idrakin getirdiği
aydınlanma ile bulması misaline dayanarak, kendiyle ve tabiatla baş başa
kalabilen insanın da başka âlemlerle irtibatının arttığını söylemek mümkün.
Bilgiye erişimin az olduğu ve bunun yüksek bir keşif ihtiyacı doğurduğu
zamanlar itidal, sağduyu, hoşgörü, muvazene gibi hassaların da terazide ağır
geldiği zamanlardı. Ânın içselleştirildiği ve ferde düşünme imkânının
verildiği… Buna mukabil modern zaman olabildiğince objeyi insan emrine sunan ve
sunduğuyla onu esir alan bir varlık ortaya koyuyor. Sadeliğin olduğu zeminin
Rabbi hissettirme hususunda algıya bağışladığı yükseklik yaralanıyor. Maddenin
artan gücüyle takvimlerin ve iklimlerin dengesi değişiyor. Gözün ulaşabildiği çeşitlilikse tüm renk ve
desenleriyle kişiye geçici bir doygunluk yaşatırken kalbi meşgul ediyor. Kalabalıklar
içerisinde sıkışan ve bu yapılanmanın adını “konfor” koyan insan teknolojiye
emanet ettiği ruhunun ıstırabını duyamıyor ancak bu sıklet kendisini bir kavga
hüviyetiyle ortaya koyuyor. Çağın çelik dişlileri arasında bunalan insanın
kavgası tabiata, insana ve tabi olarak kendisine yöneliyor. Yaşadığımız çağda
insan “kavga”sı üzerinden varlık gösteriyor. Başka türlü ifade edemiyor kendini
ancak bu kavga da haklı bir davanın elçisi değil. Böylece Halil Cibran’ın Kırık
Kanatlar’da anlattığı “insanlığın bütün şarkılarını ve dönüşümlerini
sessiz bir duygu hâlinde içeren ebedî dil”i, “coşkuyla akan dereleri kendine
çeken ve onları ebedî bir sessizliğin huzuru içinde sonsuzluğa götüren sakin
göle benzer o dil” (s. 15) i kaybediyor. Yok ettiği ölçüde var olabileceğini
zanneden, yıkmak üzerine kendini inşa eden akınlar geliyor. Zulüm ile abat
olunamayacağını idrak edemeyen bir model türüyor. Hadiselere bütüncül bir bakış
açısı ile bakamayan, bulunduğu noktaya sıkı sıkıya bağlanıp hapsoluyor. Bu nizamsızlık, başıboşluk, bu denetimsizlik
içinde mütemadiyen suçlayan bir çığır, zamanı ve mekânı ipotek altına alıyor. Böylece
insanlık durgun bir nehirde kendi yüzünü görmüşçesine muhatabının gönlüne nazar
edebilme mertebesinden, bireyin kendine bile yaklaşamadığı bir seviyeye iniyor.
Yeni bir dile, farklı bir inşa biçimine ihtiyacımız var.
Hüznümüz ve ağrımız kadar hızlı yayılabilecek ve zamanı yakalayabilecek yeni
bir dile. Buraya, suçlayarak değil,
doğal afetler de dâhil yaşadığımız her şeyde bir payımız olduğunu ikrar ederek
giriş yapabiliriz. Ne doğru söylemişti Cemil Meriç “yanıldığını kabul etmek,
yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir. Parçadan bütüne, karanlıktan
aydınlığa geçiş…” derken Bu Ülkesi’nde… (s. 283)
“Umut” diyerek başlamalıyız önce, duymalıyız. Çarpan bir
yüreğin en büyük tesellisi. Resimlerin, şarkıların, şiirlerin yeniden
dirilttiği:
Biz kırıldık daha da kırılırız
Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü
Hırsız da bilmiyor çaldığını
Biz yeni bir hayatın acemileriyiz
Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
Şiirimiz, aşkımız yeniden,
Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle bağış arasında (C. Süreya)