Sabahın ilk ışıkları İstanbul Boğazı’nın sularına düşerken, bir balıkçı ağlarını sessizce toplar. Ne şöhret ne de görkem peşindedir; sadece denizin dilini bilir. Tıpkı Toros Dağları’nın eteklerinde, tandır ekmeğini közden çıkarırken türkü mırıldanan bir köy kadını gibi… Bu sessiz ritimler, modern insanın unuttuğu bir gerçeği fısıldar: İhtişam, “vasat”ın dingin kabulünde saklıdır.
Düşüncelerin mimarı Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler’de içsel huzurun izini sürer: "Huzur, dışarıda değil, köklerini saldığın toprakta aranmalı." Bu söz, Anadolu’nun bir köyünde, ceviz ağacının gölgesinde demlenen çaya düşen yaprak gibidir. O yaprak, dalından kopmuş olsa da köklerle bağını asla yitirmez. Deliliğin heykeltıraşı Erasmus, Deliliğe Övgü’de insanın çıkmazını şöyle resmeder: "Gerçek mutluluk, gösterişsiz bir nehir gibi akar; insansa yapay şelalelerin gürültüsüne tapar." Oysa Mut’un yaylalarında, kaynak suyunun şırıltısıyla uyanan bir çoban, bu gürültüyü hiç duymamıştır. Onun dünyası, kavalının sesiyle dağlara karışır.
İradenin kuyumcusu Jules Payot, İrade Terbiyesi’nde modern çağın telaşını şu sözlerle dize getirir: "Zafer, arzuları dizginlemekte değil, onları tanımaktadır." Bu cümle, Kayseri’nin taş konaklarında yaşayan bir dedenin sandığından çıkar: Gençliğinde İstanbul’un ışıltısına kapılmış, ancak anlamıştır ki asıl hazine, doğduğu topraklarda saklıdır. Huzurun bilgesi Farabi, Mutluluğun Kazanılması’nda bu fikri derinleştirir: "Ruhun sükûneti, dünyevi ihtişamın ötesindedir." Tıpkı Mardin’de, güneşin taş evlere vurduğu saatte çayını yudumlayan bir kuyumcu gibi… O, altının parıltısına değil, ışığın taşa değdiği anda yarattığı dansa hayrandır.
Erdemli adımların filozofu Frederic Gros, Yürümenin Felsefesi’nde yürümenin gizemini anlatırken şöyle der: "Yürümek, dünyayı değil, kendi sınırlarını aşmaktır." Bu söz, Kapadokya’nın peri bacaları arasında gezen bir gezginin ayak izlerinde somutlaşır. O gezgin, “en güzel fotoğraf” peşinde koşmaz; toprağın rengini, rüzgârın dokunuşunu hisseder. Özgürlüğün çınarı Jacques Ranciere, Cahil Hoca’da şaşırtıcı bir gerçeği vurgular: "Özgürlük, sıradan olanın içindeki sıra dışıyı görebilmektir." Nasıl ki Fırat’ın suları, bir çocuğun elindeki testiyi doldururken binlerce yıllık bilgeliği taşıyorsa, sıradan bir gün de insanı besleyebilir.
Pandemi günlerinde bunu öğrenmedik mi? Evde mayalanan yoğurdun o hafif ekşi rahiyası, balkondaki kıl biber veya çörek otu fidelerinin yeşeren umudu, çocuklarla çizilen renkli resimler… İşte o günler, “vasat”ın aslında ne denli derin bir zenginlik olduğunu yüzümüze vurdu. Şimdi ise yeni bir hezeyana sürükleniyoruz: Daha fazla hız, daha fazla ışıltı! Oysa bir balıkçının ağını örerkenki sabrı, bir baklavacının fıstık kırarkenki inceliği, hiçbir ölçüye sığmaz. Ulu düşüncelerin mimarı Marcus Aurelius’nın dediği gibi: "Hayat, bakış açısına bağlıdır." Bir güvercinin ve kumrunun gözlerindeki sadakati görebilen, ihtişamı da görecektir.
Son sözleri pek sevmiyorum, beceremiyorum; o halde en güzeli Anadolu’nun kadim bilgeliği söylesin. Mısraların tılsımcısı Yunus Emre, bir dua gibi kulağımıza küpe yapar: "Bir garibin duasına gir. Kurtarırsa o kurtarır." Belki de kurtuluş, Erzurum’da bir kış gecesi, komşuya götürülen bir tas çorbada saklıdır… Veya Edremit’in zeytin bahçelerinde, teriyle toprağı buluşturan bir kadının tebessümünde… Çünkü gerçek ihtişam, göz kamaştırmaz; usulca yanar. Tıpkı bir gaz lambasının, karanlığı titrek ama dirençli bir ışıkla yırtması gibi…
Yarın sabah, kapınızı aralayın. Belki bir rüzgâr, size Balkanlar’ın yaylalarından bir hikâye getirecek. Belki de bir karınca, taşıdığı yaprakla “yetinme”nin bilgeliğini öğretecek. Çünkü sıradanlık, dikkatle bakan gözlere tüm sırlarını sunar… Peki siz, o sırları görmeye cesaretiniz var mı? Ya da daha önemlisi, bir garibin duasına girmeye?..