Şeytan, İbranice  “iftira etmek, kandırmak” fiilinden türetilmiştir. İnsan bu tanımlamanın içindeki fiilleri yaptığında aslında şeytandan rol çaldığını ve bunun neticesinde de Allah’ın gazabıyla karşı karşıya gelebileceğini idrak edebilseydi, bu kısa tanımlama, sayfalarca anlatılmak isteneni tek bir cümleyle anlatabilirdi. Fakat insan bunu idrak etmeye hevesli değil ve kötülüğü az bir dünya nimeti için kendine meşru kılacak tıynette.

Şeytandan rol çalanların bu fiilleri, dinimizce ‘büyük günah’ olarak kategorize edilmesine rağmen insanın bu role olan istidadı ve ısrarcılığı, içimizde ne denli büyük bir şeytanlaşma temayülü olduğunu gözler önüne seriyor.

Sadece iftira, yalan değil diğer tüm şeytani hasletleri önümüze koyduğumuzda bunların tamamını romantik bir ‘kötülük’ şeklinde değil de yapılmasından pişmanlık duyulan, rahatsız edici, Müslümanda olmaması gereken bir yakıştırma olarak tanımlamak gerekiyor. Çünkü biz, iyiliği emredip kötülükten alıkoymakla mükellef kılınmışız.

İçtimai ilişkilerimizde, dost telkinlerinde ve medyada kötülüklerin normalleştirilmesi, şeytandan çalınan rollerin gurur vesilesi yapılması ve kötülüğün romantik bir çerçevede ele alınarak dini bağlamından koparılması; kötülüğün yaygınlaşmasına, içimizdeki şeytanın meşrulaştırılıp düşünce ve fiillerimizde otorite haline gelmesine neden oluyor.

Dolayısıyla iç’e yerleşmiş bir şeytanın izini sürenlerin varacakları yer, daha büyük kötülüklerin yapılmasını kolaylaştıran ve o nispette Allah’ın emirlerinden uzaklaştıran bir yerdir. Hakeza herkes iç’inde olanın derinliğine, çapına, niteliğine ve imkânlarına göre bir şeye dönüşüyor.

Dolayısıyla kötülük yapmak için elinde az da olsa imkân olanların o az imkânın tamamını kötülük yapmak için kullandıklarında, kendi imkânları çerçevesinde devasa bir firavuna dönüşeceklerinin farkında olmaları gerekiyor. Çünkü derler ki eğer firavun bu dünyaya zuhur ettiyse, o zaman her insanda Firavun olabilecek bir istidat da vardır. Dolayısıyla burada en önemli soru, firavuna ait imkânlara sahip olduğumuzda bizim neye dönüşeceğimizdir.

Her ne kadar Sabahattin Ali, “İçimizdeki Şeytan”da:

 “Ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey, hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...” dese de bu alıntı yaşadığımız çağı özetliyor ve Sebahattin Ali’nin de dediği gibi aslında en büyük hezeyanımız “hakikatleri görmekten kaçmak.”

Sûfîler hakikatı “ilâhî gerçeklere ve sırlara âşina olmak, Hakk'ın tecellilerini temaşa etmek” anlamında kullanırlar ve hakikate ulaşmak için Hakk’ın tecellilerini temaşa etmeyi şart sayarlar.

Anlaşılıyor ki biz Hakk’ın insandaki tecellilerini temaşa etmekten kaçtığımızda aynı zamanda kalbimizde koca bir boşluğa da yer açmış oluyoruz ve o boşluğu kötüyle, kötülüğe götüren şeylerle dolduruyoruz. Oysa “Semavat ve yere sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” Hadis-i Kudsî'si; iç’imizi ne ile dolduracağımızı net bir biçimde açıklıyor. Fakat biz iyinin taliplisi olmakla övünmemiz gerekirken kötülüğün galibi olmakla övünüyoruz.

İnsanın kurtuluşunun, şeytandan rol çalmayı bırakıp “El Vedûd”  (“iyi kullarını seven”)  esmasında zikredilen ‘iyi kul’ olabilmekle mümkün olduğunu anladığımızda ne ile övünmemiz gerektiğini de anlamış olacağız.