İnsanlığın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan Ortadoğu, bugün trajedinin ve direnişin coğrafyası. Karanlık turizm denilince akla ilk Auschwitz veya Chernobil gelse de bu topraklar, bin yıllık acıları sessizce fısıldıyor. Suriye’nin bombalanmış sokaklarından Filistin’in yıkılmış evlerine, Lübnan’ın patlama kraterlerine… Bu coğrafyada her taş kayıp bir hikâye, her duvar donmuş bir çığlık.
Halep’in dar sokaklarında yürürken, bir zamanların altın pazarı artık moloz yığını. 2016’da rejim güçleriyle özgürlük savaşçıları arasında çıkan çatışmalar, şehrin ruhunu paramparça etti. Bugün turistler, Halep Kalesi’nin yarı yıkık duvarlarına dokunurken, savaşın acımasızlığını avuçlarında hissediyor. Ama bu ziyaretler bazen hassas bir dengeyi zorluyor. Yerel halk için bu molozlar ev, turistler içinse fotoğraf karesi.
Beyrut Limanı’ndaki 2020 patlamasının açtığı dev krater, şehrin tam kalbinde duruyor. 4 Ağustos gecesi hayatını kaybeden 218 kişinin anısı, bu kraterin etrafına asılı beyaz kurdelelerde yaşıyor. Ancak bazı tur şirketleri, bu yas alanını “felaket turizmi” rotasına dönüştürdü. Instagram’da #BeirutExplosion etiketiyle paylaşılan renkli fotoğraflar, acının estetikleştirilmesi tartışmalarını körüklüyor.
Filistin’deki El-Halil kenti, işgalin ve ayrımcılığın sembolü. Şehrin kalbinde dikilen Tel Rumeida yerleşimi, etrafındaki Filistin mahallelerini demir kafeslerle çevreliyor. Turistler, duvar yazılarını okurken veya İbrahim Camii’nin tarihi taşlarını incelerken, siyasetin nasıl kutsalı böldüğünü görüyor. Ancak bu ziyaretler, bazılarına göre işgali normalleştiriyor.
Palmira Antik Kenti, IŞİD’in kültürel soykırımının simgesi. 2015’te antik tiyatroyu infaz alanına çeviren terör örgütü, Baalshamin Tapınağı’nı dinamitle yıktı. Bugün UNESCO’nun restore ettiği kalıntılar, turistler için tarihin kırılganlığını hatırlatıyor. Ama bazıları hâlâ buraya giderken güvenlik endişesi taşıyor.
Gazze Şeridi’nde yıkılan binaların arasında dolaşmak, ambargonun insanlık dışı yüzünü gösteriyor. 2014 savaşında İsrail’in vurduğu El-Vafa Hastanesi’nin enkazı, turistlere açık değil. Ama bazı aktivist rehberler, uluslararası ziyaretçilere şehrin görünmeyen yüzünü anlatıyor. Bu turlar, politik bir duruş mu yoksa insani bir görev mi? Cevap, turistin bakış açısında saklı.
İran-Irak Savaşı’nın izleri, Huzistan’ın çölünde hâlâ taze. 1980’lerde kimyasal silahlarla katledilen köyler, unutulmaya yüz tutmuş anıtlarla anılıyor. Ancak Tahran yönetimi, bu bölgeleri ulusal bir trajedi olarak pazırlıyor. Turistler, Halepçe Anıtı’nda durup zehirli gazın kokusunu hayal ederken, savaşın nesiller arası yükünü hissediyor.
Yemen’deki tarihi Sana’a Kenti, dünyanın en eski yerleşimlerinden biri. Ama bugün Suudi bombardımanlarının gölgesinde. Darül Hacer Sarayı’nın yarı yıkık duvarları, turistlerden çok savaş muhabirlerini ağırlıyor. Burada karanlık turizm, belgeselcilerin ve insani yardım ekiplerinin tekelinde.
Türkiye’nin güneydoğusunda Sur ve Cizre gibi yerler, 90’ların çatışmalarının izlerini taşıyor. 2015-2016 yıllarında sokağa çıkma yasaklarıyla paramparça olan mahalleler, şimdi yeniden inşa ediliyor. Ancak bölgeye gidenler, boşaltılan köylerin hikâyelerini dinlerken, devlet şiddetinin boyutunu kavrıyor.
Bu coğrafyada karanlık turizm, siyasetle iç içe. Lübnan’daki Sabra ve Şatila mülteci kamplarını gezerken, 1982 katliamının izleriyle karşılaşıyorsunuz. Ancak Filistinliler için bu kamplar geçici bir sığınak değil, üç nesildir süren bir hapis. Turistlerin meraklı bakışları, bazen rahatsızlık yaratıyor.
Peki bu hassas topraklarda nasıl saygılı bir ziyaretçi olunur? Önce dinlemek gerek. Bağdat’taki Ulusal Müze’de kayıp antik eserlerin boş vitrinlerine bakarken, yağmanın ne demek olduğunu anlıyorsunuz. Kudüs’te Ağlama Duvarı’nın yanı başında duran Filistinli bir çocuğun gözlerine bakmak, işgalin insani boyutunu gösteriyor.
Ortadoğu’da her taş kanla, her nefes umutla yoğrulmuş. Bu toprakları gezerken, tarihin yükünü sırtlanmak değil, anlamak önemli. Unutmayın burada selfie çekmek değil, gözlerini kapatıp rüzgârın fısıltısını duymak asıl mesele. Çünkü o rüzgâr, bin yıldır savaşın, göçün ve direnişin hikâyesini taşıyor…
Not: Bu satırları yazarken, Ortadoğu’nun sıcak rüzgârları ensemi okşadı. Belki de o rüzgâr, bana “anlatmaya devam et” diye fısıldadı.