Akşamın alacakaranlığında, mahalle parkında oturmuş, yaşlı bir kadının ekmek kırıntılarını serçelere serpiştirişini izliyordum. Yanına çömelmiş bir çocuk, “Nine, bunları beslersen insanlardan korkmazlar, kolay yakalanırlar,” dedi. Kadın, yüzündeki bilge gülümsemeyle cevap verdi: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.” O an, merhametin sınırlarını düşünmeye başladım: Nerede başlar, nerede biter?
Bir gün, bir arkadaşımın tavsiyesiyle tanıştığım bir ritüel, bu soruyu zihnimde büyüttü. “Bir canlıyı özgür bırak. Hem onu kurtar, hem kendini,” demişti. Detay sormadım. Bir telefon görüşmesi, bir ödeme… Kısa sürede kapımda bir kafes ve içinde ürkek bir kanarya belirdi. Tören basitti: Bir dua, tütsü kokusu, kafesin açılışı. Kuş, tereddütlü kanat çırpışlarıyla gözden kayboldu. O an, dünyaya küçük bir iyilik bıraktığımı hissettim. Ta ki komşumun anlattığı hikâyeye kadar…
“Geçen hafta denize bir kalkan balığı bıraktım,” dedi kahvesini yudumlarken. “Ertesi gün aynı kalkan balığı, pazarda yeniden satılıktı. Satıcı, ‘Tekrar alır mısın?’ diye sırıttı.” İşte o an, iyiliğin karanlık bir döngüye dönüştüğünü anladım. Kurtardığımızı sandığımız canlılar, birilerinin geçim kapısıydı. Kanaryam belki aynı kafese geri dönmüş, bir sonraki “iyilik perisi”ni bekliyordu. Kalkan balığı ise denize değil, ölüme terk ediliyordu.
Bu sorgulama, beni insani yardımın çıkmaz sokaklarına götürdü. Suriye’deki bir mülteci kampını ziyaret eden bir dostum, yardım kolilerinin üzerindeki yazılanları anlatmıştı: “İçindekilerin yarısı eksik çıkıyor. Kalanı satılıp silaha mı dönüşüyor?” dedi. İyilik, nasıl oldu da bu kadar kırılgan bir ipliğe dönüşebilir ki? Cevap, belki de kontrol tutkumuzda yatıyor. Bir kuşu kurtararak kaderimize hükmetmeye, bir mülteci kampına battaniye göndererek vicdanımızı yatıştırmaya çalışıyoruz. Oysa gerçek güç, iyiliği değil, adaleti tesis etmekte. Yemen’de açlıktan kıvranan çocukların fotoğraflarını paylaşmak yerine, onları aç bırakan savaş ekonomisini sorgulamalıyız.Bir sahil beldesinde, ağlarını tamir eden yaşlı bir balıkçıyla sohbetim aklıma geliyor: “Balığı denize atmak merhametse, ağları yırtmak da öyle. Ama biz ağları yırtmayı değil… daha sağlam örmeyi öğrendik.” İşte merhametin çelişkisi: Bazen iyilik yapmak, kötülüğün sistemini beslemek oluyor. Kuşu kurtarırken onu esir eden düzeni finanse ediyorsun. Mülteci kampına yardım gönderirken savaşın devamını mı sağlıyorsun?
Peki çözüm ne? Aslında merhameti bir eylem değil, bir farkındalık olarak yeniden tanımlamak. Kanaryayı kafesten çıkarmadan önce, o kafesi var edenleri sorgulamak. Yardım kolisi göndermeden önce, o koliye muhtaç bırakanları hesaba çekmek. Tıpkı bir mülteci kampında karşılaştığım genç bir annenin dediği gibi: “Bize çadır değil… okul verin. Çocuklarımıza balık vermeyin… okyanusu öğretin.”
Merhamet, kanat çırpan bir kuşun özgürlüğünde değil… o özgürlüğü gasp eden düzeni yıkmakta saklı. İyilik, bir anlık vicdan rahatlatması değil… köklü bir sorumluluk bilinciyle ölçülür. Tarih bize gösterdi ki, merhamet adına yapılanların çoğu, kör bir vicdanın ürettiği pansumanlardır. Roma’da gladyatörleri özgürleştiren imparatorlar, aynı anda köle pazarlarını besliyordu. Bugün de benzer bir ikilemle karşı karşıyayız: Bir yanda gözyaşı döken dünya, diğer yanda o gözyaşlarını sermayeye çevirenler.
Gerçek merhamet, bir çocuğa ekmek vermekle başlamaz… o ekmeği çalacak ellerin susturulmasıyla başlar. Yaşlı balıkçının dediği gibi: “Ağları yırtmak, balığın değil… açgözlülüğün ölümüdür.” Bugün Suriyeli bir mülteciye battaniye uzatırken, battaniyenin hangi savaşın gölgesinde dokunduğunu sormak zorundayız. Yemen’de açlıktan ölen bir çocuğun fotoğrafını paylaşırken, onun açlığının hangi uluslararası anlaşmaların sonucu olduğunu hatırlamalıyız.
İyilik, bir jest değil… bir direniştir. Fabrikaların zehirli atıklarını denize boşaltan şirketlere karşı durmak… Sınır kapılarında insanlık dışı muamele gören mülteciler için hukuk mücadelesi vermek… Bir kuşu kafesten çıkarmak değil… kafesin demirlerini eritip okula dönüştürmek. Tıpkı Ruanda’da soykırım sonrası inşa edilen umut köprüleri gibi… Veya Hiroşima’nın küllerinden yükselen barış anıtları gibi…
Merhamet, adaletin geciktiği yerde bir sığınak değil… adaletin ta kendisi olmalı. Bugünün dünyasında, gerçek iyiliğin bedeli, rahat koltuğumuzdan kalkıp sistemin çarklarına çomak sokmaktır. Bir balığı denize atmakla yetinemeyiz… Denizi kirletenlere karşı dalga yaratmalıyız. Bir çocuğa oyuncak vermekle yetinemeyiz… Onu bombaların gölgesinde değil… oyun bahçelerinde büyütmeliyiz.
Çünkü merhamet, yüreğimizdeki sızıyı dindirmek için değil, dünyanın yaralarını sarmak için var. Kanatları ölümü döven kuşlar, ancak bu yaralar sarıldığında durur gökyüzünde. Durur ve çığlık, yerini insanlığın ilk sabahına bırakır.