İstanbul’un akşamları… Haliç’ten yükselen rüzgâr, tuzlu bir nefes gibi sokaklara dolarken, trafik ışıklarının kırmızıdan yeşile dönmesini bekleyen kalabalık, bir romanın ilk cümlesini fısıldıyor: “Kör oldum.” José Saramago’nun Körlük’ü, sadece gözleri değil, insanlığın vicdanını da kaybedişinin hikâyesi. Bugün, o kalabalık caddelerde yürürken hissettiğimiz o “görmezden gelme” hali, acaba bizi Saramago’nun distopyasına mı yaklaştırıyor?
Beyaz bir sisin içinde kaybolmak… Roman, ismini bile duymadığımız bir şehirde ansızın patlak veren bir salgınla başlıyor. İnsanların gözleri, beyaz bir boşluğa hapsoluyor. Ama asıl çarpıcı olan, fiziksel körlük değil. Toplumun çöküşü, devletin acımasız karantinaları, açgözlülük ve bencilliğin kol gezdiği bir kaos… Saramago, medeniyet dediğimiz şeyin ince bir ipe bağlı olduğunu anlatıyor. İstanbul’un yoğun kokulu lüks alışveriş merkezleriyle kömür kokulu kenar mahalleleri arasındaki uçurum da aynı kırılganlığın izleri değil mi? “Bir insanın böyle birdenbire kör olduğunu şimdiye kadar hiç duymadım,” diyen karakterin şaşkınlığı, aslında hepimizin içinde bir yerde saklı: Gözümüz açık ama gerçeği görmüyoruz.
Kitaptaki karakterlerin isimsizliği tesadüf değil. Doktor, Karısı, Küçük Çocuk… Felaket anında kimlikler, meslekler, unvanlar eriyor. Geriye kalan, insanın çıplak doğası: Korku, açlık, vahşet… Ama bir kişi hariç: Doktorun Karısı. O, görmeye devam eden tek kişi. Hem fiziksel hem de ahlaki anlamda. Peki bu bir lütuf mu, yoksa lanet mi? Saramago, onun üzerinden şu soruyu soruyor: Görmek yetmiyorsa, anlamak için ne gerekir? Belki de İstanbul’da her gün yanından geçtiğimiz sokak satıcısını, evsizi, kaybolmuş bakışları görmezden gelişimiz, bu sorunun cevabını saklıyor.
Yazarın üslubu da tıpkı romanın teması gibi sıra dışı. Noktalama kurallarını esnetmesi, diyalogları blok halinde sunması, okuyucuyu beyaz körlüğün içine çekiyor. Sanki satırların arasında kayboluyor, nefes almak için ara vermek istiyorsunuz. Tıpkı İstanbul’un kalabalığında bir an durup, “Bu koşuşturma nereye?” diye sormak gibi…
Peki ya bugün? Körlük’ü okurken içinize düşen o soruya geri dönün: “Bir sabah kör uyansam, ne yapardım?” Cevap verirken içiniz titriyorsa, sebebi Saramago’nun değdiği gerçek: Medeniyetimiz, merhamet ve adalet üzerine değil, korku ve çıkar üzerine kurulu. İstanbul’un göz alıcı ışıkları altında, birbirine yabancı insanlar olarak yaşarken, aslında hepimiz biraz ruhsal körlük yaşıyoruz. Market raflarını yağmalayan, trafikte birbirine bağıran, yalnızlaşan insanlar… Roman, bize şunu hatırlatıyor: Asıl felaket, gözlerimiz değil, vicdanımız kapandığında başlıyor.
Saramago’nun 1998’de Nobel’le taçlanan bu eseri, sadece bir distopya değil. İnsanlığa tutulan bir ayna. Bugün sosyal medyada kaydırdığımız haberler, görmezden geldiğimiz eşitsizlikler, duyarsızlaştığımız acılar… Hepsi bu aynada karşımıza çıkıyor. “Görmek anlamak değildir,” diyen yazar, bizi anlamaya davet ediyor. Belki de İstanbul’da bir akşamüstü, o kalabalık caddede durup etrafa bakmak, bu davetin ilk adımıdır.
Peki biz, gerçekten bakıyor muyuz? Yoksa gözlerimiz açıkken bile kör mü yaşıyoruz?