Modern düşüncenin iki anahtar kavramı olan tabiat üzerinde durmuştuk. İkinci meselemiz ise insandır. Evrende bilebildiğimiz varlıklar içerisinde insan diğerlerine göre bir risk oluşturmaktadır. Zira hayvanlar insiyaki olarak davranış geliştirirlerken, bitkiler de kendi yazılımlarının gereği gibidirler.
Fakat bunların içerisinde insan donanımları ile insiyaki olanı aşabilen, irade edebilen eyleyen bir varlıktır. Yapabildikleri ise hem kendisi hem de dış dünya için bir risk oluşturabilmektedir. Nitekim gezegenimizi hercü merc edecek kadar nükleer silahlar bulunmaktadır ve kullanılması anlıksal bir durum olabilir. Mantıksal olarak ve sade bir biçimde düşündüğümüzde, gıda, su, giyecek vb. tüm ürünlerin dünyadaki adil dağıtımı ile barış içinde yaşayabilecek olan insanlık niçin birbirini yok etmeye çalışıyor. Bu durum hiç te rasyonel olmasa gerek.
Modernlik zaten insanlığı Tanrı’nın garantör olduğu bir evren tasarımından çıkararak tüm risklerini kendisinin üstlendiği bir anlayışı inşa etmeye çalışmıştır. Büyük oranda fiziksel riskleri tolere ederek ilerleyebileceğini varsaymıştı. Doğrusu “modernliğin düşünümselliği” kavramsallaştırması üzerinden kendi üzerine düşünüp, kendisini yenileyebilen bir modernlik anlayışı belirli oranda başarılı olmuştur. Jürgen Habermas’ın modernliğin henüz tamamlanmamış bir proje olduğu olduğunu söylemesi bu düşünümselliği anlatmaktadır.
Fakat bununla birlikte Habermas’ın moderniteyi üç noktada başarısız bulduğunu da belirtmeliyiz. Bunlar ilki, yarattığı anlam problemidir. Bir başka deyişle, insan dünyada niçin varolduğuna dair bir anlam bulamamıştır ki, bu zaten başlı başına varoluşsal bir krizdir. Modernitenin “hayat; fakat niçin?” sorusunu cevaplayacak birarkaplanı bulunmamaktadır. İkincisi, insan dünya ile sınırlamakta, dinler gibi ona bir hikaye yazamamaktadır. Üçüncüsü de, her şey ekonominin diline dönüştüğünden dayanışma, güven ve sosyal ağlar zayıflamıştır.
Bu husuları tespitlerin ardından modernitenin “insanın neler yapabileceklerini göstermesi” açısından bir başarından bahsetmek gerekir. Kendisinin ve dünyanın risklerini üstlenerek problemlerini kendisi halletme, dünyayı inşa etme anlamında potansiyel ve imkanlarını ortaya koymuştur. Elbette yukarıda belirtildiği üzere bunun oluşturduğu riskler yaşanmaya devam etmektedir.
Fakat tam bu noktada İslam dünyasının “insan”a yaklaşımı üzerinde durmak gerekiyor. Bir kere İslam düşüncesinin durgunluğunun ardından sadece modern zamanlarda bile Batı’da üretilen “insan”a dair bilgileri henüz değerlendirebilmiş değildir. Bu bile ciddi bir müktesebat oluşturmaktadır. Yine bugün “Yeni hümanizm”, “post hümanizm”, “trans hümanizm”, “insanın doğası”, “robot teknolojisi”, “yapay zeka” vb. konular üzerinde ciddi bir değerlendirme ve cevap üretebilmiş de değildir. Hatta görebildiğimiz kadarıyla yeni ortaya çıkan süreçlere İslam’ın ne kadar uyumlu olduğu argümanı daha çok öne çıkarılmaktadır.
Daha da ötede İslam dünyasında insandan korku, belirlenen rotaları kabul etmemesinden, onaylanmış itikatlardan farklılaşmasından hasılı düşünmesinden kaynaklanmaktadır. Farklı düşünen insanları bir takım etiketlerle iman, vatan sınırlarından çıkarma söylemleri çok rahatlıkla yapılabilmektedir. Böyle bir düşünsel iklimde insanların düşünerek bir şey üretmelerini beklemek biraz zordur.
“Fücur ve takva” gibi iki boyutlu olan insanın her düşünme eylemini direkt “fücur”a yığınak yapan bir bakış tarzı giderek yaygınlaşmaktadır. Karşısındaki dinlemek ve argümentatif olarak konuşmak yerine her daim “itikadi denetleme” mekanizması devreye giriyor. Nihayetinde onaylanmış düşünceler olduğu anlaşılırsa ruh dinginliğine ulaşılıyor. Hasılı insandan duyulan korku giderek yoğunlaşıyor.