Dolar (USD)
34.15
Euro (EUR)
37.95
Gram Altın
2873.84
BIST 100
9916.51
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Yeni sömürgeciliğin bumerangı ve aynada kendi iskeletini görmeye varmak

Yeni sömürgecilik düzeninin üzerine kurulu olduğu küresel eşitsizlik ve adaletsizlik fay hattı geçtiğimiz günlerde Fransa'nın başkenti Paris'te yeniden hareketlendi ve olanca ağırlığıyla hepimizin üzerine yıkılıverdi. Ortalığı kaplayan sis perdesinin ardından, her yeni gün rollerin giderek birbirine karıştığı bir gölge oyunu sahnelendi.
Yeni sömürgeciliğin bumerangı ve aynada kendi iskeletini görmeye varmak
10 Şubat 2015 11:29:00
Yeni sömürgecilik düzeninin üzerine kurulu olduğu küresel eşitsizlik ve adaletsizlik fay hattı geçtiğimiz günlerde Fransa'nın başkenti Paris'te yeniden hareketlendi ve olanca ağırlığıyla hepimizin üzerine yıkılıverdi. Ortalığı kaplayan sis perdesinin ardından, her yeni gün rollerin giderek birbirine karıştığı bir gölge oyunu sahnelendi.

Doç. Dr. Samet Köse

Sahne gerisindeki yeni sömürgeciler İyiler maskesine dört elle sarılırken, Mağripli ikinci kuşak Fransız göçmen gençlerin eylemleri geride kalan göçmen müslümanların endişe dolu yüzlerine çoktan Kötülerin maskesi olarak takılmıştı. 11 Eylül saldırısı sonrasında da okyanusun öteki ucunda benzer ayinler, tumturaklı sözler, ırkçı söylemler havada uçuşuyordu. Şimdilerde daha da keskinleşen Doğu-Batı çatışması tartışmalarında olsun, Batı, Batılılaşma, Avrupa kimliği, modernleşme, postmodernite gibi bir çok kavramı da yerli yerine oturtan yeni analizlere, yeni söylemlere gereksinimiz var. Öncelikle, 11 Eylül saldırısı da, Charlie Hebdo (CH) saldırısı da eşit derecede canicedir. Bu noktada sorun yok. Ne ki, alacakaranlık aydınlığında, üzüntümüz ve hoşnutsuzluğumuz, ne Amerikalı yeni sömürgeci stratejistlerin, ne Fransızların, ne de CH'nun izlediği politikaların yanında yer almamıza yol açmıyor. Hepimiz Charlie Hebdo muyuz? Ben değilim, biz değiliz ve hiçbir zaman da olmayacağız. Bu saldırıda hayatını kaybedenlerle dayanışmaiçinde olmak, başkasının değerlerini küçümseyici bir kararlılıkla hiçe sayan bir dergiyle dayanışma içinde olmayı gerektirmiyor. Yaşlı kıtamızın özelde Endülüslü, müslümanların hoşgörüsüne ve Fenikelilerin aklına dönüşe neler borçlu olduğunu iyi biliyoruz. 12 yüz yıl önce güzelim Cordoba, Avrupa'nin dört bir yanından gelen öğrencilerle dolu on üniversiteye sahipti. Görkemli bahçeleri, kanalizasyon sistemi, aydınlatma düzeneğiyle tüm kıtanın en ileri, en gelişmiş kentiydi.

Endülüslü Müslümanların koruduğu Museviler Aristoteles'den Ksenophones'e, Parmenides'ten Platon'a tüm Yunan eserlerini aktardılar. Doğu'dan gelen bu uyanış eleştirel aklı cesaretlendirdi, hatta dinbilimini içinde bulunduğu konforlu uyuşukluktan çıkardı ve St Thomas Aquinas, Peter Abelard, John Duns Scotus gibi ilahiyatçıları çıkardı. Endülüslü müslümanlar eleştirel akla, içinde Cordoba'lı İbn Rüşd ve İbn Meymun'un, Murcia'lı İbn Arabi'nin korkusuzca ilerleyecekleri bir alan açmakla kalmayıp, matematikçiler, gökbilimciler, tarihçiler, coğrafyacılar, simyacılar, fizikçiler, astronomlar, ziraatçılar, bahçe düzenleyicileri, ustaların ustası mimarlar, hekimler, seçkin müzisyenler yetiştirdiler. Beş yüz yıl boyunca da Avrupa Kıtasının göbeğinde hoşgörü örneği dersi verdiler, Musevileri korudular, Hristiyanları benimsediler, o fanatik dönemlerde rüzgarın dönem dönem tersine estiği dönemlerde bile birlikte yaşamanın en güzel modelini sundular. Bu mirası dile getirmekten öte, bununla göneniyorum.

Bu olguları yeni sömürgecilerin ve onların asimile olmuş uşaklarının basit sindirim sistemleri gibi çalışan beyinlerine durmadan hatırlatmak gerek. Tıpkı Uruguay'lı yoldaş Galeano'nun hatırlattığı gibi: "Sadece düşünün. Geçen yılın ortalarında, bu savaş sadece kafalardayken, W. Bush, 'dünyanın karanlık köşelerine saldırmak için hazır olmak zorundayız' açıklaması yapmıştı. Öyle ya Irak dünyanın karanlık köşelerindendi. Bush, uygarlığın Teksas'tan başladığına ve Teksas'lı akranlarının yazıyı keşfettiğine mi inanıyor? Gerçekten de, Ninova kütüphanesini, Babil Kulesini ve Babil'in asma bahçelerini hiç mi duymamış? Bağdat'ın Binbir Gece Masalları'ndan birini bile dinlememiş mi?"

Irak'a giren yeni sömürgecilerin ilk işi de Mezopatamya medeniyetinin binlerce yıllık eserlerini barbarca yağmalamak olmuştu. Irak'ın yağmalanan müzeleri ve modern barbarların ortadan kaldırmaya çalıştığı o medeniyeti düşündüğümüzde, bu medeniyeti yaratan milyonlarca insanı da kayıplar listesine eklemek gerekmez mi? Son bağlamda Batı'nın üstünlüğü yalanının sürmesi Batı kökenli olmayan medeniyetlerin yıkılmasına, tarihlerinin, kültürlerinin, arşivlerinin ve kimliklerinin yağmalanmasıyla mümkündü ve öyle de sahnelendi. Yine aynı sömürgecilerin Mağripli gençlerin eylemlerine verdikleri tepkinin doğasını görünce şaşkınlığa düşüyorum. Görünen o ki, sömürgecilerin lehçesi değişmiyor ve onur kırıcı bir alçaklığa izin çıkmış görünüyor. Üstün Batı Medeniyeti'nden dem vuranlar şu gerçeği unutmasınlar ki, herşeyden önce medeniyet yaratıcı bir insan eylemidir. Batı medeniyetinden önce de yeryüzünde binlerce savaş olmuş, ama bu savaşlarda taraflar birbirlerinin medeniyetini topyekün yıkmak gibi bir hedefe sahip olmamıştır. Bunun en yakın örneği üç kıtaya egemen olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışından sonra yerli kültürlerin eskisinden daha güçlü olarak ayakta kalmış oluşudur.

Yeni sömürgeciler Irak'ta milyonlarca Irak'lıyı pervasızca öldürebilir, sayısız kültürel miras eserini hak ile yeksan edebilir, binlerce Afgan'lıyı Guantanamo'da hapse tıkabilir, işkence yapabilir, Batı Hint bölgesinde drone saldırıları yapabilir, acımasızca kumpaslar kurabilir, sorunları ustalıkla saptıran, dahası onlar için sağlanan nefret uyandırıcı çözümleri meşrulaştıran kolektif ikiyüzlülüğün alasını sergileyebilirler. Yeni sömürgeciliğin ne olduğundan çok, ne olmadığı üzerinde anlaşmak gerekirse, o ne İncil'i öğretmektir, ne hayırsever bir girişimdir, ne cehaletin, hastalıkların (Kara Afrika'da sahnelenen HIV ya da Ebola virüsü epidemileri) ya da tiranlığın sınırlarını geriletme arzusudur, ne Tanrının yüceltilmesi için üstlenilen bir projedir, ne de hukuk düzenini genişletme çabasıdır. Sonuçlarının ne olacağını umursamaksızın serüvenci ve korsan, toptancı ve gemi sahibi, altın ya da petrol arayıcısı ve silah tüccarı, hırs ve güç, ve bunların da ötesinde tarihin belli bir noktasında, birbirine rakip ekonomileri arasındaki rekabeti dünya ölçeğinde yaymaya kendisini zorunlu hisseden bir medeniyetin şeytani uzantısıdır.

Ebu Garib hapishanesindeki iğrenç işkencecileri hatırlayalım. Bırakın yapılmasını, hayal edilebilmesini bile tasavvur edemeyeceğiniz o rezillikleri. Peki acaba boynuna tasma geçirdiği çıplak bir Iraklı'yla fotoğraf çektiren Amerikalı kadın işkenceciyi Amerikan toplumunun marjinal bir mensubu olarak görmek mümkün müdür? Eğer bu görüntüler Amerika'nın aynası ise, o zaman onlarla yüzleşmemiz, onlara daha yakından, daha derinlemesine bakmamız gerekmez mi? Ya da bir milyondan fazla Cezayirlinin ölümüne neden olan sekiz, yıllık korkunç savaş? Ya işkenceler? İşte bizim bu sahte hümanizme önyargıyla yaklaşmamıza neden olan en önemli şey hiç kimsenin masum amaçlarla sömürgeleştirmeyeceği, sömürgeleştiren hiç kimsenin de bunun bedelini ödemekten kurtulamaz oluşuna derinden inanışımızdır. Başka şekilde söylersek, sömürgeleştiren bir ulus, sömürgeleştirmeyi ve zor kullanmayı eşrulaştıran bir ulus, zaten hasta bir medeniyettir, ahlaken sakata çıkmış bir medeniyettir ve karşı konulmaz biçimde kendi cezasını (bumerangını) çağırır durur.

Fanon'la birlikte, hatta Fanon'u da önceleyerek, üçüncü dünyacı tepkinin ve sömürgeci Avrupa merkezci söylem eleştirisinin kurucu babalarından biri olan Martinik'li şair, düşünür, eylemci Aime Cesaire, "kendi yarattığı problemleri çözmekten aciz olduğunu ispat etmiş bir medeniyet, çökmüş bir medeniyettir, en hayati sorunlarına göz yummayı seçmiş bir medeniyet hasta bir medeniyettir, kendi ilkelerini düzenbazlık ve yalancılık uğruna kullanan bir medeniyet, ölüm döşeğindeki bir medeniyettir" diyor ve Batı Medeniyeti denilen şeyin ahlaken ve ruhen savunmasız oluşuna işaret ediyordu. Gerçekten, bu sahte medeniyetin kimsenin düzeltmeye gücünün yetmeyeceği ve çekilecek hiçbir cezanın bedelini ödeyemeyeceği günahları vardır. Koparılan insan kafalarının, kulak koleksiyonlarının, yıkılan kentlerin, gotik istilaların, cezaevlerinde tecavüzlerin, bu buharlaşan kanın ucunda yok olup giden medeniyet eserlerinin kolay kolay akıldan çıkarılmasının mümkün olmaması şunu kanıtlıyor ki, geçmişte "barbar Afrikalı" yaftası nasıl bir Batı'lı sömürgeci icadıysa, 'Barbar Müslüman' fikri de aynıdır, elimizin tersiyle itiyoruz. Yeniden hayat vermek istediğimiz şey ise ölü bir arkaik medeniyet değil. İstediğimiz şey, şimdiye dek güneşin altında çürüyerek kokuşmuş bir leşe dönüşen bu sömürgeci toplumun ömrünü uzatmak hiç değil. Yaratmamız gereken yeni bir toplum modelidir.

Modern zamanların üretici güçleriyle zengin, eski günlerin kardeşliği ve dayanışmasıyla sıcak, empatik bir toplum. Başa dönersek, Batı Avrupa sokaklarında dekor değişebilir, aktörler de, ancak dünya aynı dünya, insanlar aynı insanlar. Avrupalı'nın önünde artık yerliler değil, muhatapları var. Kültürlerarası diyaloğa nasıl başlanması gerektiğini bilmek bu yönde ilk adım olabilir. Sözde ilkel ya da geri kalmış olarak adlandırılan dünya ile modern Batı dünyası arasında bir süreklilik yönünde herhangi bir çare bulunmadığını fark etmek kaçınılmazdır. Batı'nın kendi hesabına Batı'lı olmayan medeniyetlere müsamaha göstermesi, onları canlı, dinamik, zengin, bir bütün olarak ve bozulmamış halde bırakması zamanı gelmiştir. Eğer yeni sömürgeci Batı'lılar, Orta Doğu'da, Batı Hind'inde, Afrika'da, Okyanusya'da, Mali'de, Madagaskar'da, Antiller'de insanlara ve kültürlere saygıya dayanan yeni politikalar geliştirmezlerse, ölmekte olan kültürleri canlandırmaz ya da yenilerini ortaya çıkarmazsa, ülkelerin ve kültürlerin bilinçlendiricisi haline gelmezse, Batı dünyası son fırsatı da kaçıracak ve kendi akibetini bizzat kendi elleriyle hazırlayacaktır.

Son olarak, entelektin sertliği, acımasızlığı, rahatsızlığı yerine inancın, inanmanın rahatlığı, yumuşaklığı, huzur vericiliği arasında tercihini ikinciden yana koyan vatandaşların bu tercihlerini benimsemek ve hayata geçirmek günümüz çok kültürlü toplum değerlerindendir. Küreselleşme nedeniyle modern döneme ait ortak toplumsal tanımlar muğlaklaşmış hatta tedavülden kalkmışsa, bireylerin hiçbir gruba ait olmama yerine kendi varoluşlarını tanımlayacakları alanlar aramaları, yeni bir kimlik arayışında olmaları da doğaldır. Postmodern durum dediğimiz de tam anlamıyla budur ve sınıfsal kavgaların yerini kimlik kavgalarının, çatışmalarının aldığı bir durumu ifade eder. Liberal devlet, vatandaşlarını asimile etmeye çalışmaktan çok, onların yaşama haklarına saygı duyan ve empatik kabullenmeyi müzakere masasının tam da ortasına koyan devlettir. Eşitlik, ötekine höşgörü, otonomi gibi değerlerin yerleşmesi, benimsenmesi özlemini duyduğumuz ileri demokrasilerde Müslüman azınlığın baskın seküler kültüre karşı zırhı olacaktır. İleri demokrasilerde farklı kültürel değerlere ve yaşam biçimlerine sahip kesimler arasında ayrıma yolaçan eşcinsel evlilikler, kontrasepsiyon, kürtaj hakkı gibi hassas birçok meselenin çok költürlülük, katılımcılık ve müzakere yoluyla değil, seküler devletin hegemonyası ve mütedeyyin/muhafazakar kesime dayatmasıyla çözüldüğünün de altını çizelim.Yaşlı kıtamızda eski sömürgecilik arketiplerini hala duygusal belleklerinde taşıyan yeni kuşak göçmen müslümanlarla müzakereci demokrasi bağlamında uzlaşmaya uzanan yol engebelerle dolu görünse de, karşılıklı empatik kabullenim bu hedefe ulaşmanın anahtarı olacaktır.

* University of Texas Medical School, Department of Psychiatry and Behavioral Sciences

Houston, Texas