Dolar (USD)
34.69
Euro (EUR)
36.70
Gram Altın
2964.99
BIST 100
9624.59
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Şuara Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir?

Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Şuara suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Şuara Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.
Şuara Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir?
06 Kasım 2019 09:34:00
Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Şuara suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Şuara Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.

Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Şuara suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Şuara Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.

1. Hâ. Mîm.

2. Ayn. Sîn. Kãf.

3. Rasûlüm! O kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah, sana da senden öncekilere de işte böyle vahyediyor.

4. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Gerçek mânada yüce ve büyük olan yalnız O’dur.


Önceki peygamberlere de, son olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de vahyeden Allah Teâlâ’dır. Vahiy gerçeğinin, Cenâb-ı Hakk’ın “Azîz: karşı gelinemez bir kudret ve kuvvet sahibi” ve “Hakîm: yaptığı her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan” isimleriyle çok yakın irtibatı vardır. Yani O, birine vahyetmek istediği zaman hiç kimse bunu engelleme imkânına sahip olmadığı gibi, vahyedilen tâlimatların tebliğini, yayılmasını ve insanlığa tesirini de hiç kimse engelleyemeyecektir. Bu, dâvasında başarılı olacağı yönünde Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e bir müjde, Kur’an karşısında mağlup olacaklarına dair müşriklere de bir uyarıdır. Hem vahiyle gelen dinî tâlimatlar, insanları boşuna uğraştırmak ve yormak için değil, kesinlikle onların dünya ve âhiret faydasınadır. Çünkü Hakîm olan Allah, boş ve hikmetsiz bir iş yapmaktan pak ve yücedir.

Öyle ki:
5. Allah’ın yüceliğinden, gökler neredeyse yukarıdan aşağı çatlayıp paramparça olacak! Melekler de Rablerini her türlü övgülerle yücelterek tesbih ediyor ve yeryüzünde bulunanlar için bağışlanma diliyorlar. İyi bilin ki Allah, çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.


Göklerin üst taraflarından neredeyse paramparça olmalarını gerektiren sebepler şunlar olabilir:

› Yüce Allah’ın azamet ve kudretinin dehşetinden,

› Allah Teâlâ tarafından kendilerine verilen vazifenin ağırlığından,

› Oralarda sayısız denecek kadar çok meleklerin, gök cisimlerinin, akıl erdirilemez yazgıların ve ilâhî sırların bulunması sebebiyle,

› Yeryüzünde insanların günah işlemeleri, Allah’a ortak koşmaları ve özellikle O’na çocuk isnat etmeleri sebebiyle.

Nitekim bununla alakalı olarak Meryem suresinde şöyle buyrulur:

“Neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye! Halbuki çocuk edinmek asla Rahmân’ın şânına yakışmaz!” (Meryem 19/90-92)

İnsanlar, Allah’ı şânına lâyık bir şekilde tanıyıp kulluk edemezken, melekler O’nu överek tesbih eder, O’nu her türlü ortaktan ve noksan sıfatlardan pak ve uzak tutarlar. Müşriklerin, bu kadar sınırsız kudret ve azamet sahibi Allah’a karşı cür’et ve cesaretlerinden dolayı hayret eder, o hayretin tesiriyle tesbih ve zikre sarılırlar. Nitekim Hz. Ali şöyle der: “Onların tesbihleri, müşriklerin Allah’ın gazabına maruz kalacak şekilde neler yaptıklarını görüp, hayret etmelerinden dolayıdır.” İbn Abbas (r.a.) da: “Onların tesbihleri Yüce Allah’ın şâhit oldukları azameti karşısında zilletle boyun eğmeleridir” der. (Kurtubî, el-Câmi‘, XVI, 4)

Meleklerin bağışlanma talebinde bulundukları “yeryüzündeki kimseler” mü’minlerdir. Nitekim Mü’min sûresinde geçen şu âyet-i kerîmeler bunu açıklar:

“Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler, Rablerini överek tesbih eder, O’na inanır ve mü’minlerin bağışlanmaları için şöyle dua ederler: «Rabbimiz! Senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edip sana yönelen ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları kızgın alevli cehennem azabından koru!»” (Mü’min 40/7)

Hakîkat böyleyken:
6. Allah’tan başka dostlar edinip böylece O’na şirk koşanlara gelince, Allah onları dâimâ gözetleyip kontrol etmekte ve her yaptıklarını kaydettirmektedir. Yoksa sen onların doğru yola gelmesinden sorumlu bir vekîl değilsin.


Kur’ân-ı Kerîmde اَلْوَلِيُّ (velî) kelimesi hâmî, koruyucu, idareci, ilâh, dost, yardımcı gibi anlamlarda kullanılır. Buna göre:

› Bir şahıs, başkasının koyduğu kanunlara ve hükümlere uyarsa onu veli edinmiş sayılır. (bk. Nisâ 4/119)

› Bir şahıs, birinin yol gösterdiğine inanıp, öbür yolların yanlışlığını düşünürse onu veli edinmiştir. (bk. Bakara 2/257; İsrâ 17/97)

› Bir kimse, yaptığı günahları görmezden gelerek, bir başkasının âhirette kendisini kurtaracağına inanırsa onu veli edinmiş olur. (bk. En‘âm 6/51; Ankebût 29/22)

› Bir şahsın, kendisine mal ve evlat vereceğine ve diğer ihtiyaçlarını gidereceğine inanırsa onu veli edinmiştir. (bk. Hud 11/20; Ra‘d 13/16)

Burada “velîler” ifadesi, sayılan bu dört mânayı da içine alacak şekilde kullanılmış ve böyle davranan insanların şirke düştüğüne işaret edilmiştir. İşte Kur’an, insanları böyle şirk tuzaklarından kurtarmak için inmiştir:
7. Şehirlerin anası Mekke halkı ile onun çevresindekileri uyarman ve geleceğinde şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetinden sakındırman için sana böylece Arapça bir Kur’an vahyediyoruz. O gün geldiğinde insanlardan bir kısmı cennette, bir kısmı ise çılgın alevli cehennemde olacaktır.


اُمّ الْقُرٰى (Ümmü’l-Kurâ), Mekke’dir. Mekke, insan hayatının buradan başlayıp yayılması, içerisinde yeryüzünün ilk mâbedi olan Kâbe’nin bulunması, orada Makâm-ı İbrâhim, Hacer-i Esved gibi ilâhî nişânelerin bulunması gibi sebeplerle şerefli kılınmış ve bu yüzden ona “Şehirlerin Anası” rütbesi verilmiştir. “Çevresi”nden maksat ise tüm dünyadır. Kur’an ilk olarak Mekke halkını sonra da zaman, zemin ve imkânlar elverdikçe dalga dalga tüm dünya halklarını uyarmak için Arapça indirilmiş cihanşumûl bir kitaptır. Arapça bilenler onu, orijinal diliyle okuyup anlayacak ve gereğince amel edeceklerdir. Arapça bilmeyenlere de onun mâna ve mesajları anlayacakları dille tebliğ edilecektir. Zaten realitede de durum böyle gerçekleşmiştir. Şunu belirtelim ki, Kur’an’ın Allah kelâmı oluşunda hiçbir şüphe bulunmamakla beraber, herkesin ona inanma gibi bir mecbûriyeti de yoktur. Allah Teâlâ’nın küllî iradesi böyle tecelli etmiştir. Bu yüzden insanlar ya kendi tercih ve ihtiyarlarıyla Kur’an’a inanıp Allah’ın rahmetine ereceklerdir. Ya da onu inkâr edip cehenneme gireceklerdir. Fakat doğrusu, her şeye kadir olup ölüleri de diriltecek olan hakiki Velî’nin Allah olduğunu bilip sadece o “Gerçek Dost”a kulluk yapmaktır. Her türlü problemimizin çözümünde O’nun hükmüne baş vurup boyun eğmektir:
8. Allah dileseydi insanları doğru yol üzere bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine kavuşturur. Zâlimlere gelince, onlar için ne işlerini üzerine alacak bir kouyucu vardır, ne de bir yardımcı.

9. Gerçek bu iken, Allah’tan başka işlerini havale edecekleri dostlar mı ediniyorlar? Oysa işlerin kendine havale edileceği gerçek dost, asıl koruyucu yalnızca Allah’tır. Ölüleri diriltecek olan da O’dur. O’nun her şeye gücü yeter.


اُمّ الْقُرٰى (Ümmü’l-Kurâ), Mekke’dir. Mekke, insan hayatının buradan başlayıp yayılması, içerisinde yeryüzünün ilk mâbedi olan Kâbe’nin bulunması, orada Makâm-ı İbrâhim, Hacer-i Esved gibi ilâhî nişânelerin bulunması gibi sebeplerle şerefli kılınmış ve bu yüzden ona “Şehirlerin Anası” rütbesi verilmiştir. “Çevresi”nden maksat ise tüm dünyadır. Kur’an ilk olarak Mekke halkını sonra da zaman, zemin ve imkânlar elverdikçe dalga dalga tüm dünya halklarını uyarmak için Arapça indirilmiş cihanşumûl bir kitaptır. Arapça bilenler onu, orijinal diliyle okuyup anlayacak ve gereğince amel edeceklerdir. Arapça bilmeyenlere de onun mâna ve mesajları anlayacakları dille tebliğ edilecektir. Zaten realitede de durum böyle gerçekleşmiştir. Şunu belirtelim ki, Kur’an’ın Allah kelâmı oluşunda hiçbir şüphe bulunmamakla beraber, herkesin ona inanma gibi bir mecbûriyeti de yoktur. Allah Teâlâ’nın küllî iradesi böyle tecelli etmiştir. Bu yüzden insanlar ya kendi tercih ve ihtiyarlarıyla Kur’an’a inanıp Allah’ın rahmetine ereceklerdir. Ya da onu inkâr edip cehenneme gireceklerdir. Fakat doğrusu, her şeye kadir olup ölüleri de diriltecek olan hakiki Velî’nin Allah olduğunu bilip sadece o “Gerçek Dost”a kulluk yapmaktır. Her türlü problemimizin çözümünde O’nun hükmüne baş vurup boyun eğmektir:

10. Rasûlüm! De ki: “Hangi konuda anlaşmazlığa düşerseniz düşün, o konuda nihâî hükmü verecek olan Allah’tır. Rabbim olan Allah işte budur. Ben yalnızca O’na güvenip dayandım ve bütün gönlümle yalnızca O’na yönelirim.”

11. O, gökleri ve yeri daha önce bir benzeri olmaksızın yoktan yaratandır. O size kendi cinsinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yarattı. Sizi ve hayvanları bu düzen içinde üretip çoğaltmaktadır. O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle görendir.

12. Göklerin ve yerin anahtarları O’na aittir. O, dilediğine rızkı bol verir, dilediğine ise kısar ve ölçülü verir. Şüphesiz O, her şeyi hakkiyle bilmektedir.


Hakîki velî Allah olduğu gibi, bunun tabii bir gereği olarak, insanların anlaşmazlığa düştüğü her konuda en doğru ve adil hükmü verecek olan da yine Allah’tır. Bu sadece âhirette kullar arasında nihâî hükmü vermesi anlamında değil, dünyada da itikat, ahlâk ve muâmelât başta olmak üzere hayatın her alanıyla ilgili olarak neyin haram neyin helâl, neyin iyi neyin kötü, kimin haklı kimin haksız olduğunu belirleme yetkisi de yalnız Allah’a aittir. Kur’an’ın bu husustaki temel kâidesi budur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“…Eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir meseleyi hemen Allah’a ve Peygamber’e arzedin. Böyle yapmanız, hem hakkınızda daha hayırlıdır, hem de netice itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ 4/59)

“Allah ve Rasûlü bir meselede kesin ve bağlayıcı bir hüküm verdiği zaman, mü’min erkek veya mü’min kadının, kendileriyle alakalı o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur.” (Ahzâb 33/36)

“Rabbinizden size indirilen Kur’an’a uyun; Allah’tan başkasını dost ve yardımcı edinip de onların ardından gitmeyin.” (A‘râf 7/3)

Gökleri ve yeri daha önce herhangi bir örneği olmaksızın yoktan yaratan; insanları ve hayvanları erkek ve dişi olarak çift çift yaratıp belli bir düzen dâhilinde onlara üreme ve çoğalma imkânı veren; göklerin ve yerin hazinelerini ve bu hazinelerin anahtarlarını tek başına kudret elinde bulunduran; dilediğine rızkı bol verirken dilediğine daraltan ve bu hususlarda kimsenin kendisine müdâhale hakkı olmayan Allah, şüphesiz ki dilediği hükmü koyup kullarını ona itaate çağırmaya tek yetkili varlıktır. Zat, isim, sıfat ve fiilleri itibariyle O’nun benzeri hiçbir varlık olmadığı gibi, “benzeri” şöyle dursun bunun da ötesinde “benzeri gibi” hiçbir varlık yoktur. O, yaratıklara benzemekten sınırsız yücedir, uzaktır. İşte bütün yönleriyle insanların hayatlarını düzenlemek üzere İslâm şeriatini gönderen de O Yüce Allah’tır:
13. Allah, din olarak Nûh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrâhim’e, Mûsâ’ya, İsa’ya emrettiğimizi sizin ferdî ve içtimâî hayatınız için de mutlaka uyulması gereken, değişmez ve değiştirilemez bir şeriat, bir hukuk düzeni kıldı. Onun da aslı şudur: “Dinî doğru anlayıp hükümlerini en güzel şekilde uygulayın ve bu hususta ayrılığa düşmeyin!” Ancak senin dâvet ettiğin esaslar, müşriklere çok ağır gelmektedir. Oysa Allah dilediği kullarını bu mükemmel dini hem yaşamak hem de tebliğ etmek için seçer ve kendisine gönülden yönelenleri doğru yola iletir.


Bütün peygamberlere emredilen din İslâm’dır. Çünkü Hak katında tek makbul din odur. Burada özellikle beş peygamberin ismi zikredilir. Bunlar; Hz. Nûh, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Nitekim Ahzab sûresi 7. âyette de diğer peygamberler isimleri tafsil edilmeksizin bir bütün halinde zikredilmişken bu beş peygamberin isimleri açıkça belirtilmiştir. Çünkü bunlar, Allah Teâlâ’nın müstakil şeriatler indirdiği “ulu’l-azm” peygamberlerdir. İnsanlık tarihinin mühim dönüm noktalarında vazife yapmışlar ve çok büyük bir mücadele vermişlerdir.

Bu peygamberlere vahyedilen dinin, أَصُولُ الدّ۪ينِ (usûlu’d-dîn) dediğimiz temel esasları aynıdır. Tevhid, iman, ahlâk ve -ayrıntılarda farklılık olsa da- ibâdet esasları bu nevidendir. فُرُوعُ الدّ۪ينِ (furu‘u’d-dîn) dediğimiz muamelât esaslarına gelince, peygamberin gönderildiği zaman ve toplumun şartlarına göre bir kısım esaslar belirlenmiş; bir peygamberden diğer peygambere bir kısım değişiklikler olabilmiştir. Mesela Hz. Âdem zamanında, o dönemin taşıdığı hususi şartlar gereği bir erkeğin aynı batından olmamak şartıyla kendi kız kardeşi ile evlenmesi caizdi. Hz. Nûh zamanında bu uygulamaya son verilmiştir. Zulüm ve haksızlıkları sebebiyle yahudilere bazı mübah şeyler haram kılınmıştı. (bk. Nisâ 4/160-161) Hz. İsa bunların bir kısmını tekrar helâl kıldı. (bk. Âl-i İmran 3/50) Resûlullah (s.a.s.)’e gelen şeriat de önceki dönemlerde var olan bir kısım zor hükümleri kaldırmış, zamanın şartları ve insanların maslahatlarına göre yeni bir takım hükümler koymuştur. (bk. A‘râf 7/157) Ancak bu tür farklılıklar, dinin uygulanması istenen temel esasları noktasından bakıldığında, ne büyük bir yekün, ne de büyük bir anlam ifade eder. Bu sebeple âyet-i kerîmede her çağda bütün insanlara: “Dinin ikâmesi ve onda ayrılığa düşülmemesi” emredilir.

“Dinin ikâmesi”; hak dini kabul ettikten sonra itikat, ahlâk, ibâdet ve muâmelât bakımından dinin tam olarak uygulanması ve her işin dinî esaslara göre tanzim edilmesidir. “Dinde ayrılığa düşmemek” ise, dinin emir ve yasaklarına ehemmiyet vermek ve bu hususta farklı yorumlarla bölünüp parçalanmamaktır. Dini esasları, oradaki farz, haram, vacip, müstehap veya mekruh hükümleri şahsi telakkilerle farklı şekillerde tevil edip önem sırasını değiştirmemek, hepsini yerli yerince kabullenip uygulamaya çalışmaktır. İşte bütün bunlar, putperestlik örf ve adetlerine alışmış müşriklere ağır gelmekte ve bunları kabulde zorlanmaktadırlar. Fakat Allah Teâlâ, dilediği kullarını dinini öğrenme, anlama, yaşama ve tebliğ etme vazifesi için seçecektir. Şirki bırakıp tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde kendine yönelenleri doğru yola eriştirecektir.

Gerçek böyle olmakla birlikte:
14. Geçmiş ümmetler ancak kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık ve ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden belirli bir vakte kadar azabın ertelenmesine dâir önceden verilmiş bir karar olmasaydı, mutlaka aralarında hüküm çoktan verilmiş ve işleri bitirilmiş olurdu. Onlardan sonra kitaba mirasçı olanlar ise hâlâ kitap hakkında derin bir şüphe içindedirler.


Dinin özünde bir ayrılık olmamasına rağmen insanlar bu konuda ayrılığa düşmüşler; çeşitli mezhep ve fırkalara ayrılmışlardır. Bunun sebebi, kitabın, peygamberin veya gerekli ilâhî tâlimatların bulunmaması değildir. Bilakis onlar Allah’tan vahiy ve ilim geldikten sonra şahsî çıkarlar, çekememezlik ve ihtiras yüzünden parçalanmışlardır. Dolayısıyla bunun sorumluluğu Allah’a değil kendilerine aittir. Çünkü Allah Teâlâ’nın açıkça bildirdiği şeriatten saparak çeşitli mezhep ve fırkalar kurmuşlardır. Bunlara, Allah’ın emrine karşı geldiklerinden dolayı hak ettikleri cezanın hemen verilmeyip büyük nispette kıyamet gününe ertelenmesi, Cenâb-ı Hakk’ın bu konuda verdiği bir karardan dolayıdır. “Kitaba mirasçı olanlar”, yani peygamberlerden sonra gelip, onların bıraktıkları ilâhî kitap elerinde bulunanlar, onu hakkiyle okuyup tatbik etmedikleri gibi, üstelik onun hakkında derin bir şüphe içine düşmüşlerdir. Yahudi ve hıristiyanlar bunun en açık bir örneği olduğu gibi, aynı tehlike Resûlullah (s.a.s.)’in bize emanet ettiği Kur’ân-ı Kerîm ve ona vâris olanlar için de geçerlidir. Halbuki Kur’an, hakkında şüphe dilecek bir kitap değil, öğrenilip tatbik edilecek ebedi hidâyet rehberidir.

Nitekim gelen âyet-i kerîme Kur’an’ın getirdiği temel esasları beyân etmektedir:

15. Bunun için Rasûlüm, sen insanları tevhide dâvet et. Emro­lunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzularına uyma. De ki: “Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara inandım. Bana, sizin aranızda adâletle davranmam emredildi. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize sizin yaptıklarınız sizedir. Aramızda tartışılacak hiçbir şey yoktur. Nasıl olsa Allah hepimizi bir araya toplayacak ve aramızda hükmünü verecektir. Çünkü herkesin nihâî dönüşü O’nadır.”


Bu esasları şöyle hülasa edebiliriz:

İnsanları tevhide davet etmek,

Allah nasıl emrediyorsa o şekilde dosdoğru olmak, istikamet üzere kulluğa devam etmek,

Allah’ın emir ve yasakları yanında başkalarının arzu ve isteklerine tabi olmamak,

Allah’ın indirdiği tüm ilâhî kitaplara, Kur’an’ın ihtiva ettiği bütün âyetlere aynı derecede inanmak,

Âdil olmak, insanlar arasında adâletle muamele etmek,

Allah’ın rubûbiyetini tanıyıp O’nun râzı olacağı ameller yapmak ve işin farkında olmayan cahillerle tartışmamak. Çünkü mahşer günü Allah herkesi huzurunda toplayacak ve haklı ile haksızı birbirinden ayıracaktır.

Bu âyet-i kerîme, bir bakıma şu âyet-i kerîmenin bir tefsiri mâhiyetindedir:

“De ki: «Ey Ehl-i kitap! Sizinle aramızda ortak olan bir söze, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.» Eğer yüz çevirirlerse: «Şâhit olun ki, biz elbette müslümanlarız» deyin.” (Âl-i İmrân 3/64)

Çünkü, Allah hakkında ileri geri konuşup O’nun dinine karşı mücâdele edenleri pek şiddetli bir azap beklemektedir:
16. İlâhî dâvet dürüst ve faziletli insanlar tarafından kabul görüp iman nûru kalplere yerleştikten sonra hâlâ Allah’ın dini hakkında tartışmaya kalkışanların itirazları ve sözde delilleri Rableri yanında geçersizdir. Onların üzerine bir gazap çökmüştür ve onlar için pek şiddetli bir azap vardır.


Allah Teâlâ gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplar vasıtasıyla ilâhî davetini insanlara ulaştırmış ve pek çok kesimden dürüst ve faziletli insanlar onu kabul etmişlerdir. Allah’ın varlığını ve birliğini idrak ederek O’na gönülden kul olmuşlardır. Bu durum, ilâhî davetin kabul edilebilir ve tutulabilir bir hakikat olduğunu gösteren açık bir delildir. Buna rağmen Allah hakkında veya O’nun dini hakkında itiraza kalkışacak olanların mazeretleri ve sözde delilleri Rableri yanında boşa çıkacaktır. Onların hiçbir itirazı kabul edilmeyecek, delilleri geçersiz sayılacaktır. Çünkü ne naklî, ne aklî, ne nazarî ne de amelî hiçbir tutamakları yoktur. Delil ancak eğriliğe ve eğri olanlara karşı ileri sürülür. İlmî ve amelî bakımdan haklılığı ve güzelliği ortada olan hak ve istikâmet karşısında yapılan münâkaşa sırf bir azgınlık ve haksızlık ilanından ibaret kalır. Bu sebeple böyle bilerek azgınlık ve haksızlık yolunu tutanlar gazab-ı ilâhîye uğrayacak ve şiddetli bir azapla cezalandırılacaklardır.

Zira:

En son gelişmelerden haberdar olmak için whatsapp kanalımızı takip edin