Dolar (USD)
34.64
Euro (EUR)
36.54
Gram Altın
2937.88
BIST 100
9640.08
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Semâ''nın mübah olduğuna dair deliller - Gazali - İhyau Ulumiddin

Kişinin ''teganniyi dinlemek haramdır'' sözünün mânâsı ''Allah bundan dolayı ceza verecektir'' demek ise, mücerret akılla bilinmeyen, aksine ayet ve hadîsten bilinebilecek bir hükümdür. Büyük İslam Alimi Ebu Hamid Muhammed Gazali''nin İhyau Ulûmi''d-Dîn eserinden bölümler: Semâ''nın mübah olduğuna dair deliller 
Semâ''nın mübah olduğuna dair deliller - Gazali - İhyau Ulumiddin
26 Şubat 2019 12:19:00
Kişinin ''teganniyi dinlemek haramdır'' sözünün mânâsı ''Allah bundan dolayı ceza verecektir'' demek ise, mücerret akılla bilinmeyen, aksine ayet ve hadîsten bilinebilecek bir hükümdür. Büyük İslam Alimi Ebu Hamid Muhammed Gazali''nin İhyau Ulûmi''d-Dîn eserinden bölümler: Semâ''nın mübah olduğuna dair deliller 

3.Semâ'nın Mübah Olduğuna Dair Deliller

Kişinin 'teganniyi dinlemek haramdır' sözünün mânâsı 'Allah bundan dolayı ceza verecektir' demek ise, mücerret akılla bilinmeyen, aksine ayet ve hadîsten bilinebilecek bir hükümdür. Şer'î meselelerin bilinmesi ancak nassa hasredilmiştir veya nass ile sabit olan bir şeyin üzerine kıyas edilir. Nasstan gayem; Hz. Peygamberin sözü veya fiiliyle açığa vurduğu hakîkat demektir. Kıyastan gayem, Hz. Peygamberin söz ve fiillerinden anlaşılan mânâ demektir. Eğer birşey hakkında nass yoksa ve nass ile sabit olan birşeyin üzerine kıyas etmesi de doğru değilse, o şeyin haram olduğunu söylemek bâtıl ve fasittir ve o diğer mübahlar gibi işlenmesinde hiçbir sakınca olmayan bir fiil olarak kalır. Semâ'nın haram olduğuna ne herhangi bir nass, ne de kıyas dela let eder. Bunun hakikati haramlığma meyledenlerin delillerini ce vaplandırdığımız zaman açığa kavuşacaktır. Ne zamanki onların delillerine verilen cevap tamamlanırsa, o şekildeki hareket bu ga yeyi isbat etmeye yeterli olacaktır. Fakat bu sözü açarak deriz ki: Nass ve kıyas birlikte semânın mübah olduğuna işaret etmiştir,

Kıyas'a gelince, tegannide birtakım mânâlar bir araya gelmiştir. O mânâları önce teker teker tedkik etmek, sonra tü münü tedkik etmek uygun olur. Çünkü tegannide güzel, mevzun, mânâsı anlaşılan ve kalbi harekete geçiren bir ses vardır. En belir gin ve toplayıcı vasfı güzel ses olmasıdır. Sonra güzellik, mevzun veya gayri mevzun diye iki kısma ayrılır. Mevzun da şiirler gibi anlaşılır. Cansızların ve insan dışında kalan diğer canlıların sesleri gibi anlaşılmaz bölümlere ayrılır. Güzel olmak hasebiyle güzel ses dinlemeye gelince, bunun haram sayılması hiç de uygun değildir. Belki hem nassla, hem de kıyasla dinlenmesi helâldir.

Kıyas'a gelince, bu güzel ses, dinlemek hassasının lezzetlen mesine dönüşür. Bu da kendisine mahsus mânâsının idrak edilip kavranmasıyla hasıl olur. İnsanoğlunun aklı ve beş tane de duyusu vardır. Her hassanın idraki vardır. O hassanın müdre kâtında lezzet vereni vardır, Bu bakımdan bakışın lezzeti, güzel yüz, akar su ve yeşillik gibi güzel görünen şeylerdedir.

Kısacası diğer güzel renkler ki bulanık, çirkin ve istenilmeyen renklerin tersi olurlar ve onlar bakışın lezzetidirler. Koklamak için de güzel kokular vardır. Bunlar da çirkin ve pis kokuların karşılığıdır. Tatmak için lezzetli şeyler, yağlı, tatlı, mayhoş gibi lezzetler vardır...

Bunlar tabiatın nefret edip kaçtığı acılığın tersi ve karşılığıdır. Temas içinde yumuşaklık ve uygunluğun lezzeti vardır. Bu da sertlik ve katılığın karşılığıdır. Akıl için ilim ve ma rifetin lezzeti vardır. Bu da cehalet ve hamakatın tersi ve karşılığıdır.

İşte böylece kulak ile idrak edilen sesler de bülbül ve çalgı alet lerinin sesleri gibi lezzetli, merkep ve benzeri hayvanların anırması gibi çirkin kısımlara ayrılır. Şu kulak duyusunun kıyas ve lezzetinin sair duyular ve lezzetlerden daha açık ve zahir kılınması sanatın acaipliklerinden değil midir? Nassa gelince, güzel sesin dinlenmesinin mübah olmasına, Allah Teâlâ'nın güzel sesle kullarına minnet etmesi işaret eder.. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Allah yarattığı şeylerde dilediği kadar (vasıflar) artırır. (fatır/1)

İşte bu ayetin tefsirinden Allah'ın dileğiyle artırılanın güzel ses olduğu söylenmiştir. "Allah Teâlâ, gönderdiği peygamberlerin hepsine güzel ses vermiştir.7

Yemin ederim, Allah Teâlâ, Kur'an okuyan güzel sesli bir kişiyi, cariyesinin tegannisine meftun olan bir kimsenin cariyesini dinlemesinden daha istekli bir şekilde dinler.8

Hadis-i şerifte, Hz. Dâvud'un medh-u senasını yapmak sade dinde Dâvud'un nefsi için ağladığında ve Zebur okuduğunda güzel sesli olduğu için insanların hatta cinlerin, vahşi hayvanların ve kuşların bile onun sesini dinlemek için bir araya geldikleri bildi rilmiştir.9 Öyle ki bazı zamanlar Hz. Dâvud'un meclisinde dörtyüz kişinin can verdiği bile olurmuş....

Hz. Peygamber (s.a) ashabından Ebu Musa el-Eş'arî'yi överek şöyle buyurmuştur: Gerçekten ona Âl-i Dâvud'un mezamirinden bir mizmar ve rilmiştir.10

Seslerin en çirkini elbette ki eşek sesidir' (Lokman/19) ayeti, mefhumuyla güzel sesin memduh olduğuna işaret eder. Eğer gü zel ses ancak Kur'an okumakta kullanılması şartıyla mübah olur demek caiz olsaydı, böyle diyen bir kimsenin bülbülün sesini din lemeyi de haram sayması gerekirdi. Çünkü o da Kur'an okumak tan değildir. Mademki, gafil ve mânâsız bir sesin dinlenilmesi ca izdir, acaba neden kendisinden hikmet ve doğru mânâlar anlaşılan bir sesi dinlemek caiz olmasın? Oysa 'şiirin bir kısmı muhakkak ki, hikmettir' denilmiştir. İşte buraya kadar söy lediğimiz güzel ve tatlı olmak hasebiyle ses hakkındaki düşüncelerdir.

II, Derece Vezinli ve güzel ses hakkındaki görüşe aittir. Zira vezin, güzelliğin ötesinde bulunan bir mânâdır. Nice güzel ses vardır ki, veznin dışındadır ve nice vezinli ses vardır ki güzel değildir. Vezinli sesler mahreçleri itibariyle üç kısma ayrılır. Vezinli sesler, mezamir, tanbur, kaval, davul ve benzeri gibi ya cansızlardan çıkar veya bir canlının gırtlağından çıkar. O canlı da ya insandır veya bülbül, kumru ve güzel öten kuşlar gibi başka hayvanlardır. Bu ses güzelliğiyle beraber vezinlidir. Başlangıçları, kesişleri ahenkli ve biri diğeriyle uygunluk arzeder. Bundan dolayı dinleyen zevklenir. Seslerde esas, canlıların gırtlaklarıdır. Diğer levh alet leri ise, gırtlakların sesi üzerine vazedilmişlerdir. Bu ise sanatı yaratılışa benzetmektir. Hiçbir şey yoktur ki, sanat ehli sanat larıyla onun resmine, Allah Teâlâ'nın yarattıklarından misali ol maksızın varmış olsunlar. Bu bakımdan yaratıklardan sanatlar bilinir ve çıkarılır ve sanatkarlar yaratıkları taklid etmişlerdir.

Bunun izahı oldukça uzundur. Bu bakımdan bu seslerin hoş oldukları için haram olmaları muhaldir. Zira bülbülün ve diğer kuşların seslerinin haram olduğuna hiç kimse kail değildir. Oysa hançere ve boğazlar arasında hiçbir fark yoktur. Cansız ve canlılar arasında fark yoktur. (Ha bülbülün hançeresinden çıkmış, ha in sanın). Bu bakımdan insanın isteğiyle diğer cisimlerden çıkan ses leri bülbül sesine kıyas etmek uygundur. İnsanın hançeresinden çıkan veya kavaldan çıkan davul, tef ve benzerlerinden çıkan sesler gibi...

Bu saydıklarımızdan ancak melahi aletleri, evtar (yaylı sazlar) ve şeriatça menedilen mezamirler bu hükmün dışındadır. Zira onlar insanoğlu keyf aldığı için yasak lanmış değildirler. Bunlar sadece insanoğlunun kendilerinden zevklendiği için yasaklanmış olsaydı, o zaman insanoğlunun zevk aldığı herşey bunlara kıyas edilerek yasaklanmalıydı. Fakat içkiler haram edildi. Halkın içkilerdeki alışkanlığı içki hususundaki yasakta mübalağaya kaçmayı gerektirdi. Hatta içkiler ilk yasak landığında içkilerin küplerinin de kırılması emredildi. Bununla beraber içmenin şiar ve alâmetinden olan herşey haram edildi ki onlar da yaylı sazları ve mezamir'i tek başına çalmaktır. Bu bakımdan yaylı sazlar ve mezamirin çalınmasının haram olması, içkiye ittibaen olmuştur. Nitekim yabancı bir kadın ile tek başına bir yerde kalmak zinanın başlangıcı olduğu için haram kılındığı gibi... ön ve arka organların bitişiği olduğu için insanın baldırına bakmanın haram olduğu gibi... İçkinin azı her ne kadar sarhoş etmese de haram edilmiştir. Çünkü sarhoş edici miktara insanı davet eder Hiçbir haram yoktur ki, onun etraflarında gezilen bir alanı (korusu) olmasın. O haramdan ötürü haramlık hükmü o alana girmeye de şamil olmuştur ki orası haram için koruyucu bir yer olsun ve haramın etrafında yasak bir bölge teşkil etsin.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Her padişahın bir korusu vardır. Allah Teâlâ'nın da girilmez korusu haramlardır.11

Bu bakımdan yaylı saz ve mezamir denilen aletlerin çalınması üç illetten ötürü içkinin haram ilan edilmesine tâbi olarak haram kılınmıştır: 1. Bu aletleri çalmak, insanı içkiye davet eder. Zira bu aletlerden alman zevk, ancak içki içmek sûretiyle tamamlanır. İşte bu illetten ötürü içkinin azı da haram kılınmıştır. 2. Bu aletlerin çalınmasının haram olması pek yakında içki içmeyi terkeden kimseler hakkındadır. Çünkü bunları çalmak içki meclislerini hatırlatır.Dolayısıyla içki içmenin sebebi olur.

Hatırlamak ise, şevkin iteleyiciliğine sebep teşkil eder. Şevkin itele yiciliği kuvvetlendiği zaman, o fiili yapmanın sebebi olur. İşte bu illetten ötürü ziftlenmiş kap, hanteme (testi veya yeşil testi) ve nakir (ağaç kökünden olup içinde hurma şarabı yapılan kap) denilen kaplarda şerbet yapmak yasaklanmıştır. Bunlar şarap yapmaya mahsus ve onun için hazırlanmış kaplardır. Bunun mânâsı şu demektir: Bunları görmek insana içkiyi hatırlatır.

Bu ikinci illet, birinci illetten ayrılır. Zira bu ikinci illette hatırlamakta herhangi bir zevk yoktur; zira içki kadehlerini ve kaplarını görmekte bir lezzet yoktur. Bunların haram oluşu, in sanoğluna içkiyi hatırlatıyor olmaları nedeniyledir. Bu bakımdan eğer şarkı dinlemek, insanı âdeti olduğundan dolayı içki içmeye teşvik edecek derecede içmeyi hatırlatıyorsa ve öyle bir şarkı ile be raber içki içmek de daha önceden dinleyenin âdetiyse böyle bir kimse dinlemekten menedilmiştir ve menedilmesinin sebebi de sadece bu illettir. 3. Şarkı dinlemek için bir arada toplanmaktır. Çünkü şarkı dinlemek için bir araya gelmek fısk ve fücur ehlinin âdetidir! Bu bakımdan onlara benzemekten menedilir. Çünkü kendisini bir kavme benzeten bir kimse o kavimden olur.12

Bu illetten ötürü biz, eğer sünnet bid'atçıların şiarı (alâmet-i farikası) olmuş ise, Sünnet'in terkedilmesine taraftarız. Böyle yapmamız ehl-i bid'ata benzemekten korkmamızdan kaynaklanır. Bu illetin aynısıyla, kube denilen ortası ince, iki tarafı geniş uzunca davulu çalmak haram olmuştur. Çünkü kendilerini kadınlara benzeten muhan nes erkekler bunu çalmayı âdet edinmişlerdir.

Eğer buradaki benzetme ameliyesi olmasaydı, bu gibi davulları çalmak, hacca gidenlerin ve savaşa gidenlerin uğurlanmasında çalınan davullar gibi olurdu. Bu illetten dolayı deriz ki, eğer bir cemaat bir araya gelir, bir meclisi süsler içki aletlerini ve kadehle rini hazırlar, o kadehlere sekencebin denilen (sirke ile baldan veya süt ile şekerden yapılmış olan) maddeyi koyarlarsa, kadehleri dağıtan birini saki tayin ederlerse o saki de onlara bu şerbeti içi rirse, onlar da sakinin elinden alıp bu şerbeti içerse, biri diğerine içkiciler arasında âdet olan kelimelerle (şerefine gibi) söylerse (sadece benzetmeden ötürü) bu şerbet onlara haram olur!

Her ne kadar içilen madde haddi zatında mübah ise de, yine de bu şekildeki hareketten dolayı haram olur. Çünkü böyle yapmakta fesad ehline benzeme arzusu vardır. Sadece bu illetten ötürü önünden açık bulunan ve heba denilen elbiseyi giymek, başın bir kısmını traş edip bir kısım saçı tepesinde bırakmak, böyle yap manın fısk ve fücur ehlinin âdeti olan bir memlekette yasak lanmıştır. Fakat Maveraünnehir'de kebayı giymek ve başını bu şekilde traş etmek yasak değildir. Çünkü o memlekette salih ve ehl-i takva kimseler böyle yaparlar. İşte bu mânâlardan ötürü mizmar-ı ırakî, ud, seng (zenc, zel) ruhbab (saz) berbut (bir çalgı aleti) ve başkaları gibi yaylı saz çeşitlerinin hepsi haram kılınmıştır. Bunlardan başka aletler bun lar gibi değildir. Çobanların, hacıların ve davulcuların şahini, da vul, kamıştan yapılmış kaval ve içkicilerin âdeti olmayan ve güzel vezinli sesler çıkaran her alet gibi... Çünkü bütün bunların içki ile ilgisi yoktur. Onları çalmakla içki hatırlanmaz ve onların çalınması insanı içkiye teşvik etmez ve içkicilere benzemek de bu rada sözkonusu değildir. Bu bakımdan bunlar içki aletlerinin hükmünde değildirler. O halde bunlarda mübahlık esası kuş ve benzerlerinin seslerine kıyas edilerek mahfuz kalır. Derim ki, ha ram kılınan yaylı sazları vezinsiz, ahenksiz ve zevk vermeyecek bir şekilde çalan bir kimseden dinlenirse yine de haramdır. İşte bu izahatla anlaşıldı ki, bunların haram olmasında sadece güzel lez zet ve zevk rol.oynamış değildir. Belki kıyas, bütün güzel seslerin helâl olmasını gerektirir. Ancak helâl edildiğinde herhangi bir fe sad meydana gelenler müstesna.

Nitekim Allah Teâlâ 'De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş' (A'raf/32) buyurmaktadır. İşte bu sesler de, vezinli ses oldukları için haram edilemezler. Ancak başka bir arızî ve dış illetten ötürü haram olurlar. Nitekim haram edici arızî illetler bahsinde bu husus gelecektir.

III. Derece Vezinli ve anlamlıdır. Bu da şiirdir. Şiir, ancak insanın gırtlak ve hançeresinden çıkar. Bu bakımdan kesinlikle mübah olduğuna hükmedilir. Zira burada şiirin güzel sesten ancak anlamlı kaydı fazladır. Anlamlı söz ise, haram değildir. Güzel ve vezinli ses ha ram değildir. Kısımlar haram olmazsa, tümün haram olması ne reden çıkar? Evet, o şiirden anlaşılan mânâya bakılır. Eğer orada mahzurlu bir durum varsa onu nesre veya vezne dökmek ve onunla konuşmak haram olur. İster lahinli, isterse lahinsiz bir şekilde söylensin. Şiir hakkında İmam Şâfiî'nin söylediği gerçeğin ta kendisidir. Zira kendileri şöyle demiştir: 'Şiir bir kelamdır.

Onun güzeli güzel, çirkini de çirkindir'. (Madem ki) sessiz ve la hinsiz şiir söylemek caizdir, öyleyse sesli ve lahinli söylenmesi de caizdir. Çünkü mübahların kısımları, bir araya geldiği zaman, onun tümü de mübahtır. Mübah ne zaman başka bir mübaha katılırsa, haram olmaz. Ancak bir araya gelen toplamı, kısımların içine sığmayan bir mahzuru taşırsa, o vakit hüküm değişir. Oysa burada bir mahzur da yoktur. Şiir okumak nasıl reddedilebilir? Oysa Hz. Peygamberin huzurunda şiir okunmuş13 ve nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Muhakkak şiirin bir kısmı hikmettir.14

Hz. Âişe Lebid b. Rabia'ya ait şu şiiri okumuştur: Himayelerinde yaşanılan kimseler gittiler. Uyuzlu deriye benzer bir halefin arasında kalmış oldum.

Sahihayn'da rivayet edildiğine göre Hz. Aişe şöyle anlatır: Hz. Peygamber Mekke'den hicret edip Medine'ye geldiğinde Ebubekir Sıddîk ve Bilal Habeşî (r.a) sıtmaya tutuldular. Medine'de o zaman sıtma hastalığı vardı. Hasta yatağında bulunan babama ve Bilal'e nasıl olduklarım sordum. Babam sıtma nöbetleri geldiği zaman şu şiiri okudu: Her kişi aile efradının içinde sabahlıyor. Ölüm ise, pabuç bağından ona daha yakındır. Bilal'in sıtması azaldığı zaman, sesini yükselterek şöyle diyordu: Keşke bilseydim, o gece gelecek mi ki bir vadide bulunayım ve etrafımda ızhır ve celil otları olsun. Keşke bilseydim; acaba birgün ben Mecenne sularına varacak mıyım? Şame ve Tafil dağları bir daha görünecek mi bana? Aişe (r.a) der ki: Onların bu durumunu Hz. Peygamber'e haber verdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dua etti: Yarab! Mekke'yi sevdiğimiz gibi veya daha şiddetli bir şekilde Medine'yi de bize sevdir.15

Hz. Peygamber (s.a) mescidi inşa ederken ashab-ı kiramla beraber mescidin kerpiçlerini taşıyor ve şu şiiri okuyordu: Bu meyve Hayber'in meyvesi değil! Ey rabbimiz! Bu daha sevap ve daha temiz.

Yine Hz. Peygamber, başka bir defasında şöyle demiştir: Ey Allahım! Hayat, ahiret hayatıdır. Ensar'a ve Muhacirîn'e rahmet et!16

Bütün bunlar Sahihayn'da rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a) mescidinde, özel şairi olan Hassan b. Sabit için bir minber kurdururdu. Hassan o minbere çıkıp Hz. Peygamberin iyiliklerini veya düşmanlarının kötülüklerini haykırırdı. Hz. Peygamber de o zaman şöyle demiştir: Allah Teâlâ, Hassan'ı Râsûlü'nün meziyetlerini saydığı (veya müdafaasını yaptığı) sürece Rûh'ul-Kudüs ile teyid eder.17 Nabiğa şiirini okuduğu zaman Hz. Peygamber (s.a) kendisine şöyle duada bulundu: Allah Teâlâ senin ağzını bozmasın ve dişlerini kırdırmasın.18

Âişe (r.a) Hz. Peygamberin ashabının, onun yanında şiir oku duklarını, onun da tebessüm ettiğini rivayet eder.19

Şerid'in oğlu Amr babasından şöyle dediğini rivayet ediyor: Ben Hz. Peygamber'e Ebu Sait'in oğlu Ümeyye'nin şiirlerinden yüz be yit okudum. Hz. Peygamber (s.a) onları dinlediği zaman 'artır' diye sesleniyordu. Sonra şöyle dedi: 'Nerde ise bu adam, şiirinde müs lüman olmaya yaklaşmıştır'.20

Enes'ten rivayet edilir ki, Hz. Peygamber'e yolculukta develeri gayrete getiren şiirler okunurdu. Enceşe (r.a) kadınlar için şiir okurdu. Malik'in oğlu Berra da (Enceşe'nin kardeşidir) erkekleri heyecana getiren şiirler okuyordu.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: Ya Enceşe! Zayıf kadınları yürütmede yavaş ol! Onlara şefkat göster.21

Deve kervanının arkasında şarkı söylemek, ashab-ı kiram za manında da, Hz. Peygamber'in zamanında olduğu gibi Arapların süregelen âdetlerindendi. Bunlar da güzel ses ve vezinli lahinlerle söylenen şiirlerden başka birşey değildi. Buna rağmen hiçbir sa habîden 'Şu şiirler okunmasın, haramdır' diye menfi bir durum görülmemişti. Aksine bazen yorgun develeri harekete geçirmek, bazen de keyiflenmek için, bu tür şiirleri okuyanları arıyorlardı. Bu bakımdan teganninin anlaşılır, lezzet verir, güzel sesler ve ahenkli lahinlerle söylenilir bir söz olarak haram edilmesi caiz değildir.

IV. Derece1. Hacıları uğurlamak için yapılan tegannidir. Zira hacılar, önce memlekette davul çalınarak, güzel nağmeler söylenerek gezdirilir. Böyle yapmak ise mübahtır. Çünkü söylenenler Kâbe nin, Makam-ı İbrahim'in, Hatimin, Zemzemin; diğer hürmetli yerlerin, çölün ve ilgili makamların vasıfları hakkında söylenilmiş şiirlerdir. Bu Allah'ın beytine olan şevki canlandırır, alevlendirir. Eğer dinleyenin kalbinde bu şevk varsa.... Eğer şevk yoksa yeniden şevk meydana getirip harekete geçirir. Hac, Allah'a yaklaştırıcı ve hacca teşvik eden nağmelerle güzel olur. Nasıl ki vaiz için vaazda konuşmasını intizamlı yapmak, Secî ile süslemek, halkı, beytin vasfını, mukaddes makamların vasıflarını ve hacdan dolayı olan sevabı söylemek sûretiyle, hacca teşvik etmek caiz ise, şiir okuya rak böyle yapmak, başka yerde de caizdir. Zira vezin, secî ile bir araya geldiği zaman konuşma kalbe daha fazla tesir eder. Buna güzel ses, vezinli nağmeler eklendiği takdirde tesiri daha da artar.

Eğer bunun beraberinde def çalmak, şahin oynatmak ve düşüş hareketleri yapmak da eklenirse tesiri daha da artar. Bütün bunlar ancak içinde mezamir ve kötü insanların alametinden olan la'b u lehv aletleri olmadıkça caizdirler. Evet, böyle yapmakla hacca gitmesi caiz olmayan bir kimseyi hacca teşvik etmek kastı varsa, hac kendisine farz olmayan kimseye anne ve babasının hacca gitmek için izin vermediği kimse gibi hacca gitmek haram olduğu gibi, hacca teşvik eden şiirlerle harekete getirilmesi de haramdır. Kendisini hacca gitmeye teşvik eden her konuşma böyle bir kimse için haram olur! Zira harama teşvik etmek haramdır. Böylece hacca giden yol emin değilse, helak nisbeti yüzde ellinin üstün deyse kalpleri hacca tahrik etmek caiz değildir. Teşvik ile kalpleri harekete geçirmek haramdır.

2. Gazilerin halkı harbe teşvik etmek için âdet edindikleri şiir ve gazelleri okumaktır. Bu da mübahdır. Nasıl ki hacca giden bir kimse için o hususta şiir okumak mübah ise... Fakat gazilerin şiir ve lahinleri hacıların şiir ve lahinleri gibi olmamalıdır. Çünkü savaş, savaş isteğini kabartmak, kâfirlere karşı kışkırtmak ve öf kesini tahrik etmekle olur. Şecaati güzelleştirmek, şecaat ruhunu veren şiirlerle, mal ve nefsi tahkir etmekle mümkündür.

ŞairAhmed Mutenebbî'nin şu şiiri gibi: Şerefinle kılıçların altında ölmezsen, Şereften yoksun, zilleti tada tada ölürsün!

Başka bir şiiri: Korkaklar korkaklığı bir tedbir sanırlar. Oysa onların bu zarıları kötü tabiatın bir aldatmacasından başka birşey değildir! İnsanı şecaata sevkeden vezinler, insanı şevke getiren vezin lerden farklıdır. Fakat bu da ancak savaşın mübah olduğu bir va kitte mübahtır. Savaşın müstehab olduğu bir vakitte ise, bu tür şiirleri ancak savaşa gidecek bir kimse için okumak mendub olur.

3. Düşman ile karşı karşıya gelindiği vakitte kahramanların kullandığı hamasî şiirlerdir. Bu şiirlerden gaye; hem nefsini hem de yardımcılarını şecaat ve kahramanlıkla övmektir. Bu hafif bir lafız güzel bir ses ile olduğu zaman nefse daha fazla tesir eder. Bu tür şiirler mübah olan bir muharebede mübah, mendub olan bir muharebede de mendubturlar. Fakat müslümanlar arasındaki savaşlarda, müslümanların zımmîlere karşı açtıkları savaşlarda, ve her mahzurlu savaşta bu şiirleri okumak mahzurludur. Zira mahzurlu bir işe teşvik edenlerin mahzurlu olması muhakkak ve kesindir. Savaş esnasında bu tür şiirlerin okunduğu Hz. Ali, Hz. Halid ve ashab-ı kiramın kahramanlarından nakledilmiştir. Bunun için deriz ki, gazilerin ordusunda şahin (bir nevi alet) çal mayı menetmek uygundur. Çünkü şahinin sesi rikkate getirici, hüzün verici, kahramanlık duygusunu gevşetici, nefsin kabarmış şecaatini zayıflatıcı, insanı aile efradına, vatana dönmeye teşvik edici ve muharebede çekingenlik meydana getiricidir. Kalbi rikkate getiren diğer lahin ve sesler de böyledir. Bu bakımdan rikkate getirici hüzün verici nağmeler teşcî ve tahrik edici nağmelerin zıddıdır. O halde askerleri savaştan soğutmak, farz olan savaşı işlemez hale getirmek kastıyla böyle bir şiir okuyan kimse âsidir. Böyle bir şiiri mahzurlu bir savaşta in sanları soğutmak için okuyan bir kimse ise, Allah'a isyan değil itaat eden bir kimsedir.

4.Ağıtın sesleri ve nağmeleridirBunların hüzün ve ağlamanın kabarmasında üzüntünün giderilmemesindeki tesiridir. Mahzun olmak iki kısımdır: a. Mahmud (Güzel) b. Mezmum (Çirkin, kötü) Mezmum kısım daha önce kaçırılan fırsatlardan ötürü mah zun olmak gibidir. Allah Teâlâ 'Ki, elde edemediğinize üzülmeye siniz' (Hadid/23) buyurmaktadır. Ölüleri için üzülmek de bu kısımdandır. Çünkü bu, Allah Teâlâ'nın kaza ve kader-i ilahîsine kızıp küsmekten başka birşey değildir. Geri gelmeyen birşey için esef etmektir. Bu tür bir üzüntü kötü olduğu için ağıt ile insanı bu kabil hüzne tahrik etmek de kötüdür. Bunun içindir ki, ağıt hakkında açık bir yasaklama gelmiştir.22

Mahmud (Güzel) olan üzüntüye gelince, bu üzüntü in sanoğlunun zihninde işindeki kusurundan ötürü üzülmesi, işlemiş olduğu hatalardan dolayı ağlaması demektir. Kusurdan dolayı ağlamak, üzülmek güzeldir. Hz. Adem (a.s) bunun için ağlamıştır. Bu gibi bir hüznü tahrik ve takviye etmek de güzeldir. Çünkü böyle bir hüzün insanoğlunu geçmişte yaptığı hataları telafi etmeye sevkeder. Bu sırra binaendir ki Hz. Davud'un niyahat ve ağıtı güzel sayılır. Zira Hz. Dâvud'un ağıtı daimi hüzün, günah ve hatalardan ötürü çok ağlamak idi. Hz. Davud (a.s) hem ağlar, hem ağlatır, hem üzülür, hem de rikkate getirirdi. Hatta onun ağlama meclislerinden cenazeler kaldırılırdı. Bunları söz ve nağmeleriyle yapardı. Böyle yapmak ise güzeldir. 'Çünkü güzel ve iyiye götüren şey hem güzel ve hem de iyidir', Bu kaideye binaen güzel sesli vaize minber üzerinden nağmeleriyle hüzün verici ve kalbi rikkate getirici şiirler okumak haram değildir. Ağlayıp ve ağlatması, böylece başkasını ağlatmaya ve kusurundan dolayı hüzne sevketmesi yasak değildir.

5. Sevinme zamanlarında sevinmeyi takviye ve daha da geliştirmek için dinlemektir. Böyle bir dinleme, eğer sevgi mübah ise, mübahtır. Bayram günlerinde, düğün cemiyetlerinde, yolculuktan dönenin dönüşü anında, velime yemeğinde, akike ve doğum zamanında, sünnet esnasında, Kur'an'ı Kerîm'i hıfzettiği anda teganni dinlemek gibi... Bütün bunlar mübahdır. Bu vakitlerde te ganni dinlemek, onlara karşı sevgisini açığa vurduğundan dolayı mübahdır. Bunun caiz olmasının hikmeti şudur: Nağmelerin bir kısmı vardır ki, insanın kalbinde ferah, sürur ve sevgiyi geliştirir. Bu bakımdan kendisiyle sevinmenin caiz olduğu herşeye tahrik eden vasıtaları kullanmak da caizdir. Naklî delil, Hz. Peygamber (s.a) Medineli Münevvereye hicret ettiği zaman kadınların dam larda def çalıp şarkılar söylemeleridir. Şöyle derlerdi: Ondörtlük ay üzerimize doğdu Seniyet'ulVedddan... Allah'a çağıran insanları Allah'a çağırdığı sürece bize şükretmek farz oldu.23

İşte bu, Hz. Peygamber'in gelişinden ötürü sevgi ve sevincini açığa vurmaktır. Böyle bir sevgi güzeldir. Onun şiir, nağme raks ve hareketlerle açığa vurulması da güzeldir. Zira ashab-ı kiramın bir cemaatinden nakledilir ki, bu zevat-ı kiram, sevinecek bir durum olduğunda raks bahsinde geleceği gibi evlerini süsletip ayak larına halhal taktılar ve böyle yapmak, gelişinden ötürü sevinme nin caiz olduğu herşeyin gelişi anında caizdir. Sevinme sebeple rinden olan her mübah sebep de caizdir.

Buna Sahihayn'de Hz. Aişe'den rivayet edilen hadîs-i şerif işaret eder. Âişe şöyle anlatır: 'Hz. Peygamber beni abasıyla örttü. Mescidde gösteri yapan Habeşlilere baktım. Bu hâl ben usanmcaya kadar devam etti'. Bu bakımdan siz, oynamaya istekli bulunan genç kadının ne kadar seyredeceğini takdir ediniz.24

Âişe validemizin bu sözü orada uzun bir müddet durduğuna işarettir. Buhârî ve Müslim Âişe validemizden şu hadîsi rivayet etmişlerdir: Hz. Ebubekir (r.a), kızı Âişe validemizin çadırına girdi. Vakit de hacıların Mina'da bulundukları vakitti. Âişe validemizin yanında iki cariye vardı. Def çalıp, el çırpıyorlardı. Hz. Peygamber de elbisesine bürünmüş yatıyordu. Manzarayı gören Hz. Ebubekir (r.a) cariyeleri azarladı. Bu esnada Hz. Peygamber, yüzünden perdeyi kaldırarak şöyle buyurdu: Ya Ebubekir! Bırak onlar istediğini yapsınlar; zira bu günler bayram günleridir, Âişe şöyle diyor: Hz. Peygamber abasıyla beni örtmüştü. Habeşlilere bakıyordum. Onlar mescidin içinde gösteri yapıyorlardı. Bu esnada Ömer (r.a) onları azarladı. Bu manzara karşısında Hz. Peygamber (s.a) şöyle haykırdı: Ey Ömer! Bizi rahat bırak. Ey Benî Erfide (oyununuza devam ediniz).25

Amr b. Haris'in İbn Şihab'dan naklettiği hadîste de bunun benzeri vardır. Fakat o hadîste 'o iki cariye şarkı söyleyip def çalıyorlardı' ibaresi vardır.26

Ebu Tahir'in İbn Vehb'den rivayet ettiği hadîs şöyledir: 'Allah'a yemin ederim ki, Hz. Peygamber odamın kapısında durdu. Habeşliler de Hz. Peygamber'in mescidinde kılıç ve mızraklarıyla oynuyorlardı. Hz. Peygamber beni elbisesiyle bana onların oyunlarını seyrettirdi. Sonra benim için bir müddet bek ledi. Bu durum ben bırakıp gidinceye kadar devam etti.27

Yine Hz. Aişe şöyle demiştir: 'Ben Hz. Peygamber'in yanında oyuncak bebekle oynuyordum'. Yine devamla şöyle dedi: 'Arkadaşlarım olan kızlar bana geliyorlar ve kendilerini Hz. Peygamber'den gizliyorlardı, Hz. Peygamber (s.a) ise onlar bana geldikleri için sevinirdi. Bu bakımdan onlar gelir, benimle beraber oynarlardı'.

Hadîsin bir rivayetinde Hz. Peygamber bir ara Âişe validemize şöyle demiştir: - Bunlar nedir ya Âişe? - Bunlar benim kızlarımdır. - Onların ortasında duran şu nedir? - Bu da attır. - Atın üzerindekiler nedir? - Onun iki kanadıdır. - Hayret! İki kanatlı at da mı var? - Sen işitmedin mi ki Hz. Süleyman'ın (a.s) birkaç kanatlı atı varmış. Hz. Âişe der ki: 'Bu sözüm üzerine Hz. Peygamber ön dişleri görünecek derecede güldü'. Bu hadîs-i şerif, bizim nezdimizde, ço cukların âdetine hamledilir. Çünkü çocuklar çamurdan ve kağıttan sûretler edinirler. Hadîsi bu mânâya hamletmenin delili, bazı rivayetlerde 'atın kağıttan iki kanadı vardı' şeklindeki ibarele ridir.

Hz. Aişe der ki: Hz. Peygamber odama girdi. Yanımda Buas savaşının şiirlerini okuyan iki cariye vardı. Hz. Peygamber (s.a) yatağın üzerine uzandı. Yüzünü çevirdi. O esnada Ebubekir içeri girdi. Beni böyle yaptığımdan dolayı azarlayıp 'Şeytanın mizmarı Hz. Peygamberin yanında çalınır mı?' dedi. Hz. Peygamber derhal yüzünü çevirdi ve şöyle dedi: 'Cariyeleri kendi haline bırak'.

Hz. Peygamber (s.a) daldıktan sonra cariyelere işaret ettim ve cariyeler çıkıp gittiler. O gün bayram günüydü. Habeşliler mızrak, kılıç ve kalkanlarla oynuyorlardı. Hz. Peygamberden onları sey retmek izin istedim; (veya Hz. Peygamber bana 'Onları seyretmek ister misin?' diye sordu). Ben 'Evet onları seyretmek istiyorum' de dim. Bu isteğime karşı beni arkasında durdurdu. Benim yanağım onun yanağının üstüne düşmüştü ve şöyle diyordu: 'Ey Benî Erfide! Oyununuza devam ediniz'. Bu durum ben usanmcaya ka dar devam etti. Hz. Peygamber 'Yeter mi?' dedi, ben de 'evet' de dim. Hz. Peygamber 'O halde git' dedi. Sahih-i Müslim deki ifade 'Ben başımı Hz. Peygamberin mübarek omuzuna koyarak onların oyunlarına baktım. Bu durum ben kendiliğimden bırakıp gidinceye kadar devam etti' şeklindedir. Bu hadîslerin tamamı Buhârî ve Müslim'de vardır. Bunlar açık bir şekilde teganninin ve oyunun haram olmadığını bildiren nasslardır. Bu nasslarda çeşitli ruhsat lara işaret vardır: a) Oyun ruhsatı. Habeşlilerin raks ve oyun hususundaki âdetleri gizli değildir. b) Bunu mescidde yapmak ruhsatı. c) Hz. Peygamberin 'Ey Benî Erfide! Devam ediniz' şeklindeki sözü. Bu söz oynamalarını emretmek ve istemektir. Haram olduğu takdirde nasıl oynanabilir? d) Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'in bu oyunları menetmelerine karşı çıkması ve gerekçe olarak günün bayram günü olduğunu ileri sürmesi; yani sevinme vakti olduğunu belirtmesidir. Bu da sevginin sebeplerindendir. e) Bu hâdisede kadınların ve çocukların kalplerini, oyunu göstermek sûretiyle hoş etmekteki güzel ahlâkın, zahidlikteki katılıktan, oyun ve dinlemekten çocukları ve hanımları menetmedeki katı hareketten daha güzel olduğuna dair delil vardır. f) Hz. Peygamberin Hz. Âişe'ye 'Sen Habeşlilere bakmayı istermisin?' diye sormasıdır. Hz. Peygamberin bu suali aile efradının öfkesinden veya nefretinden korkarak mecburi olarak onların gönlünü hoş etmek kabilinden değildir. Zira kadın ve çocukların oyun seyretme isteği kabardığı zaman, red cevabı vermek çoğu zaman vahşetin sebebi olabilir. Böyle birşeye sebebiyet vermek ise mahzurludur. Bu bakımdan'Bir mahzur diğer bir mahzura takdim edilir' denilmez ve böyle birşey de yoktur. İstek ve arzu olmadan başlangıçta böyle bir suale (eğer mahzur olsaydı) ihtiyaç olmazdı. g) Teganni ve def çalmanın iki cariye için ruhsatlı kılınmasıdır. Oysa onların bu hareketleri şeytan mizmarma benzetilmiştir ve aynı zamanda burada haram olan mizmarın dışında olduğu beyanı da vardır. h) Hz. Peygamber (s.a) yatağın üzerine uzandığı halde cariyelerin sesleri kulağına geliyordu. Oysa eğer bir yerde yaylı saz çalınsaydı orada oturmak caiz olmazdı. Çünkü yaylı sazın sesi kulağına gelmiş olurdu.

Bu bakımdan bu olay işaret eder ki, kadınların sesi mizmarın sesinin haram olduğu şekilde haram değildir. Belki fitne korkusu sözkonusu olduğu zaman haram olur. İşte bu kıyaslar ve nasslar sevinç günlerinde teganninin, raksın, def almanın, kalkan ve kılıç ile oynamanın bayram gününe kıyasen caiz olduğuna delalet eder ve sevinç vaktinde Habeşîlerin raksına bakmanın mübah olduğuna da işaret eder. Düğün, velime, akike günleri, sünnet düğünü, seferden dönüş günü ve diğer sevinç sebepleri de bayram mânâsındadır. Kısacası şer'an kendisiyle sevinmenin caiz olduğu herşey bayram mânâsmdadır. Arkadaşların ziyaretiyle, ar kadaşlarla karşılaşmakla, onlarla bir yemekte veya konuşmada bir araya gelmekle sevinmek caizdir. Bu bakımdan böyle bir toplantıda teganni dinlemek sakıncalı değildir.

6. Şevki tahrik, aşkıyla tehyiç ve üzgün nefsi teselli etmek için aşıkları dinlemektir. Eğer bu dinleyiş maşukun müşahedesiyle be raber ise, bundan gaye; şevki galeyana getirmektir. Şevk, her ne kadar esasında elem ise de, onda bir nevi lezzet de vardır. Fakat bir şartla... Kendisine kavuşma ricası ve ümidi eklendiği zaman. Çünkü rica ve ümit lezzetlidir. Ümitsizlik ise elem vericidir.

Rica lezzetinin kuvveti, şevkin kuvvetine göredir. Birşeyi sev mek, sevginin kuvvetine göredir. Bu bakımdan bu tür teganniyi dinlemekle aşk kabarır, şevk tahrik edilir, sevgilinin güzelliğinin vasfı hakkında mübalağa yapılır ve kavuşmadaki ümidin zevki ka zanılır. Bu ise helâldir. Eğer iştiyak duyulan şey var olması mübah olan şeylerden ise... Hanımına veya cariyesine aşık olan bir kimse gibi... Bu kimse, onların tegannisine mülakatlarındaki lezzeti artsın diye kulak verir. Bu bakımdan sevgilisini görmekle gözü, dinlemekle kulağı, kavuşma ve ayrılmanın mânâlarının incelikle rini anlamakla da kalbi lezzetlenir. Dolayısıyla lezzetin sebepleri arka arkaya sıralanır. İşte bunlar, dünya mübahlarının ve mal larının içinde olan bir nevi lezzettir. Dünya hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Bu da ondandır. Böylece cariyesi kendisinden gasbedi lirse veya aralarına herhangi bir sebepten ayrılık girerse teganniyi dinlemek sûretiyle şevkini tahrik edebilir. Teganni ile kavuşma ümidinin lezzetini kabartabilir.

Eğer cariyeyi satmış veya boşamış ise, bundan sonra teganni ile yeniden kavuşmayı ümit etme hevesine kapılması haramdır! Zira kavuşma ve mülakat ile gerçekleşmesi caiz olmayan bir şevki tahrik etmek de caiz olamaz. Nefsinde bir çocuğun sûretini veya bir kadının şeklini temsil ve tahayyül edene gelince... Eğer bu kim senin kulağına gelen nağmeler nefsinde tahayyül ettiği sûrete kendisini teşvik eder türden ise oysa hakikatte tüysüz çocuğa ve kadına bakması da helal değildir bu tür nağmeleri dinlemesi ha ram olur. Çünkü bu nağmeler, fikrini mahzurlu fiillere tahrik et mektedir. Varılması mübah olmayan şeylere kendisini davet eden şehvetini kabartır. Şehvetin heyecanlı zamanında bulunan halk tabakasından sefihler ve tembel aşıkların çoğu bu gibi tahayyülden, kurtulamaz!

Oysa böyle bir tahayyül onların hakkında yasaktır. Çünkü bu rada gizli bir hastalık vardır! Oysa bu yasak teganninin kendisinde yoktur. Ancak doğurduğu mahzurdan gelmektedir. Bu sırra bi naen bir hekimden aşk sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: 'Aşk, insanın dimağına yükselen karanlık bir dumandır. O du manı cima izale eder. Teganniyi dinlemek ise kabartır.

7. Allah'ı ve Allah'ın aşkını seven, Allah'a kavuşmaya iştiyak gösterenin dinlemesidir. Böyle bir kimse, her neye bakarsa, mut laka orada Allah'ın kudretini görür. Kulaklarına gelen her sesi ya Allah'tan dinler veya onun içinde Allah'ın kuvvet ve kudreti vardır. Böyle bir kimse için dinlemek, şevkini hareketlendirir, aşkını ve sevgisini kuvvetlendirir. Kalbinin ateşini yakar. Kalbinde anlatılamayacak kadar incelikler ve keşiflerden birçok haller çıkarır. Bu halleri ancak tadan anlar! Bu halleri, zevksiz, hissi yorgunlaşmış bir kimse inkâr eder.

Bu hallere tasavvuf lisanında vecd denir. Bu vecd ise Vücud ve müsadefe' kökünden gelir. Yani bu kimse dinlemeden önce ken dinde bulunmayan birtakım hallere nefsinde rastlar. Sonra o hal ler, ateşin eritip cevherleri tortusundan temizlediği gibi, kalbi yakıp bulanıklıklardan temizleyen birtakım tabî şeyleri ve tâli du rumları gerektiren sebeplere dönüşürler. Sonra bunun arkasında müşahede ve mükaşefelerin varlığına sebebiyet veren saflık gelir. Bu saflıktan kaynaklanan müşahede ve mükaşefeler ise, Allah dostlarının semeresi ve Allah'a yaklaştırıcı durumların en son varılan meyvesidir. Bu bakımdan bu durumlara götüren şeyler de yaklaştırıcılar kısmındandır. Günah ve mübahlar kısmından değildir, Bu hallerin semâ vasıtasıyla kalpte oluşmasının sebebi, vezinli nağmeleri ruhlara uygun kılmadaki ilahî sırdır. Ruhlar iştiyak, sevgi, inbisat ve inkıbaz yönünden bu vezinli nağmelere müsahhardır ve bu nağmeler ruhlarda tesir etmektedir. Ruhların seslerle etkilenmesinin sebebinin marifeti ise mükaşefe ilminin inceliklerindendir. Ahmak, katı, kalbi işlemez, teganninin lezze tinden mahrum olan bir kimse ise, dinleyenin lezzetlenmesinden, vecdinden ve halinin ızdırabmdan, renginin solmasından hayret lere düşer. Tıpkı hayvanın 'Lüzyinç' denilen helvanın lezzetinden, erkeklik vasfını kaybetmiş kimsenin cima lezzetinden, çocuğun reis olmanın ve genişleyen nüfuzunun sebeplerinden hayrete düştüğü gibi... Cahil kimsenin Allah'ın marifet, celâl ve azameti nin lezzetinden hayretlere düşüp onun sanatının gariplerine şaştığı gibi...

Bütün bunların tek bir sebebi vardır. Şöyle ki: Lezzet bir nevi id raktir. İdrak de idrak olunanı ve idrak eden kuvveti ister. Bu bakımdan idrakinin kuvveti kemâle varmayan bir kimsenin zevk duyması beklenemez. Acaba zevk alma hassasını kaybeden nasıl yemeklerin lezzetini idrak edebilir? Kulağı sağır olan bir kimse nağmelerin lezzetini nasıl idrak edebilir? Aklı olmayan 'makul' şeylerin lezzetini nasıl idrak edebilir? İşte böylece kalpte nağmeleri dinlemenin zevki ancak ses kulağa vardıktan sonra kalpte bulu nan bâtınî bir özellikle idrak olunduktan sonra meydana gelir! Bu bakımdan şüphe yoktur ki, bu özelliğini kaybeden bir kimse lezzeti de kaybeder.

Soru: Allah hakkında aşk nasıl tasavvur edilir ki, nağmeleri dinlemek o aşkı harekete geçirsin?

Cevap: Allah'ı tanıyan bir kimse, şüphesiz sever. Tanıması arttıkça, sevgisi de o nisbette artar. İşte sevgi arttığı zaman ona 'aşk adı verilir. Zira aşkın mânâsı ifrat derecede kuvvetli bir sevgi demektir. İşte bu sırra binaen Araplar, Hz. Peygamberin peygam berlikten önce Hira dağına çekilip ibâdete koyulduğunu gördükleri zaman'Muhammed rabbine aşık olmuş' dediler.

Her güzellik, ancak o güzelliği idrak edenin nezdinde sevimli dir. Allah Teâlâ da zatıyla, sıfatıyla ve fiiliyle mutlak mânâda gü zeldir, güzeli sever. Fakat güzellik, eğer yaratılışa, rengin ber raklığına mütenasip ise göz hassasıyla (görme duyusuyla) idrak olunur. Eğer güzellik, celâl, azamet ve rütbe büyüklüğü, sıfat ve ah lâkın güzelliği, bütün yaratıklara hayrı irade etmek, devamlı on ların üzerine hayli aktarmak ve buna benzer bâtınî sıfatlarla bili niyorsa, o zaman kalp hassasıyla idrak olunur. Cemâl lafzı, bazen bu tür bir güzellik için kullanılır. Bu bakımdan deniliyor ki: 'Filan adam güzel ve eemildir'. Oysa onun zahirî sıfatı kastolunmaz. Ancak böyle demek, ahlâkı güzel, sıfatları güzel, sîreti güzel dernek olur. Hatta bu bâtınî sıfatlarından ötürü bu sıfatları sevmek yönünden kişi zahirî sû retinden dolayı sevildiği gibi sevilir. Bazen de bu sevgi kuvvetlenir ve o zaman aşk ismini alır. Nice aşırılar vardır ki Şâfiî, Mâlik ve Ebu Hanife (r.a) gibi mezhep sahiplerinin sevgisinde oldukça ifrata kaçmışlardır! Hatta bu sahada fazlasıyla ifrata kaçanlar, bu mez hep sahiplerinin yardımında ve mezhepleri yaymakta mallarını ve canlarını bile veriyorlardı. Mübalağa ve ifratta her aşıktan daha fazla ileri gidiyorlardı. Şu anda ölü bulunan ve sûreti güzel midir, çirkin midir, hiçbir zaman görülmeyen bir şahsın aşkını idrak etmek şaşırtıcı değil midir? Fakat bu aşk sadece onun bâtınî sûre tinin, güzel sîretinin, dindarlar için yapılan amelinden hasıl olan hayırların ve başka güzel ahlâklarının güzelliğinden ileri gelir.

Kendisinden hayırlar gördüğün bir kimsenin aşkı nasıldır? Bunu anlamaman daha da şaşırtıcıdır. Kesinlikle âlemde mah bub, güzel ve hayrdan ne varsa hepsi onun iyiliklerinden bir iyilik, kereminin eserlerinden bir eser, cömertliğinin denizinden bir avuç, âlemdeki bütün hüsn ve güzellik ister akılla, ister gözle, ister kulakla, ister diğer duyularla idrak olunsun, âlemin başlangıcından sonuna kadar, yıldızlardan ta toprakların altına kadar hepsi O'nun kudret hazinelerinden bir zerre, onun huzur nûrlarından bir lema olan bir zâtın aşkı taakkül edilemez, denil sin! Doğrusu bu şaşırtıcı ve hayret verici birşeydir.

Keşke bilseydim, bu saydığımız vasıflara sahip bulunan bir zatın sevgisi nasıl makul olamaz? O'nun vasıflarını bilen kimsele rin nezdinde onun sevgisi nasıl artmaz? Bu sevgiye, sevgi hudu dunu aşıp aşk isminin verilmesi dahi O'nun hakkında zulüm olur! Çünkü O'nun aşkı tam mânâsıyla ifade edilemez. Çok zahir olduğundan, zahir olunmaktan perdelenen nûrunun ışıldamasıyla gözlerden kaybolan zat, ortaktan münezzehtir. Eğer O nûrundan yetmiş perde ile perdelenmemiş olsaydı, O'nun yüzü nün (cemâlinin) parıltıları, huzurunun cemalini düşünenlerin gözlerini yakıp kamaştıracaktı. Eğer O'nun zuhuru, gizlenmesine sebep olmasaydı akıllar dumura uğrar, kalpler dehşete düşer, kuvvetler cılızlaşır, azalar paniğe kapılırdı.

Eğer kalpler, taşlar ve demirlerden yapılmış olsaydı O'nun tecellisinin nurlarının altında paramparça olurdu! Acaba yarasa kuşlarının gözleri nasıl güneşin hakikatini keşfetmeye muktedir olabilir? Bu işaretin tahkik ve tedkiki Muhabbet bölümünde gelecektir ve bilinecektir ki, Allah'tan başkasının muhabbeti kusur ve cehalettir. Marifet denizine daları bir kimse, Allah'tan başkasını bilmez.

Mesela İmam Şâfiî'yi, ilmini ve telif ettiği kitapları, beyazlığı, cildi, mürekkebi, kağıdı manzum kelâm ve arap dili olmak bakımından değil, Şâfiî'nin yazmasından kaynaklandığını bilen bir kimse, muhakkak Şâfiî'yi bilmeyi aşıp başkasına gitmez ve an cak Şâfiî'yi bilir. Onun muhabbeti de Şâfiî'den başkasına geçmez. Bu bakımdan Allah'tan başka herşey Allah'ın tasnifi, fiili ve fiille rinin garip ve acaip bir tecellisidir. Bu bakımdan bunu bilen bir kimse, Allah'ın sanatı olmak hasebiyle bildiği takdirde sanattan yaratıcının sıfatlarını gördüğü takdirde nitekim kitabın gü zelliğinden yazarının faziletini idrak ve kudretinin üstünlüğünü müşahede ettiği gibi böyle bir kimsenin marifeti ve muhabbeti sa dece Allah üzerine teksif olunur. O'nu geçip başkasına varmaz. Bu aşkın ortaklık kabul etmemesi de onun hududuna dahildir. Bu aşkın vasıtası bulunan herşeyde ortaklık kabiliyeti vardır. Zira Allah'tan başka her mahbubun bir benzeri tasavvur edilebilir. Ya varlık âlemindedir veya imkan âleminde... Fakat bu cemâle gelince... (Allah cemâline)... Onun benzeri tasavvur olunamaz. Ne imkanda, ne de varlıkta...

Bu bakımdan Allah'tan başkasının sev gisine aşk ismini vermek hakîkat değil, mücerret bir mecazdır. Evet! Eksik ve eksikliğinde de hayvana yakın bulunan bir kimse, bazen aşk kelimesinden cisimlerin zâhirlerinin temas etmesini, cima vasıtasıyla şehvetin giderilmesinden ibaret olan kavuşmadan başka bir şey anlamaz. Bu bakımdan bu eşşeğe benzer kimse için aşk, şevk, visal ve ünsiyet terimleri kullanılmamalı... Hatta bu lafız ve mânâlardan bu kimse kaçar. Nitekim hayvanın nergiz ve rey handan kaçtığı gibi... Hayvan ancak çayır, kurumuş ot ve ağaç yapraklarına aşıktır. Zira bu terimler, ancak Allah Teâlâ'yı takdis etmemizi farz kılan bir mânâyı andırmadığı zaman Allah için kullanılması caiz olur. Vehimler ise, anlayışlara göre değişir. Bu bakımdan bu gibi terimlerde bu inceliğe dikkat etmek gerekir, Belki sadece Allah Teâlâ'nın sıfatlarını dinlemekten ötürü öyle bir vecd meydana gelir ki, nerede ise o vecdden dolayı kalbin damar ları kopar. Zira Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamberden şöyle rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a), İsrailoğulları'ndan dağın başında bulu nan bir çocuktan bahsetti. Bu çocuk annesine şöyle sorar: - Şu gökleri kim yarattı? - Allah Teâlâ yarattı. - Şu yerleri kim yarattı? - Allah Teâlâ... - Bulutları kim yarattı? - Allah Teâlâ... - Gerçekten ben Allah'ın büyük bir şan sahibi olduğunu işitiyorum. Bunu söyledikten sonra kendisini dağdan attı ve paramparça oldu. Bu durum şundan kaynaklanır: O çocuk Allah'ın celâline, tam kudretine işaret eden şeyler dinlediğinden heyecana kapılıp vecde geldi ve vecdden dolayı kendini dağdan atıverdi. Zaten se mavî kitaplar, Allah Teâlâ'nın zikriyle insanları cûş u hurûşa ge tirmek için inmiştir.

Seleften biri diyor ki: İncil şu hükmü okudum: 'Sizin için te gannide bulunduk, siz vecde gelmediniz. Sizin için mizmar çaldık, raks yapmadınız. (Sizi Allah'ın zikriyle şevke getirdik, fakat siz şevke gelmediniz)'. İşte buraya kadar söylediklerimiz, zikretmek istediğimiz semânın kısımları, gerekleri ve gerektirenleridir. Kesinlikle anlaşıldı ki semâ bazı yerlerde mübah, bazı yerlerde de memduh dur.

Soru: Semânın haram olduğu durum ve yer var mıdır? Cevap: Şu gelecek beş ârızdan dolayı haram olur: 1. Dinletende olan ârız. 2. Dinletme aletinde olan ârız. 3. Sesin nazmındaki ârız. 4. Dinliyenin nefsinde veya devamındaki ârız. 5. Şahsın avam halk tabakasından olmasındaki ârız. Çünkü semâ'nın rükünleri üçtür. Bunlar tahakkuk etmedikçe semâ vardır denilmez. a. Dinleten b. Dinleyen c. Dinletme aleti 1. Dinleten (teganni eden) öyle bir kadın olmalıdır k, kendisine bakmak helâl olmasın, sesini dinlemekten ötürü fitneden korkulsun. Fitneye vesile olabilecek tüysüz çocuk da kadın mânâsmdadır. Bunun da kadın gibi dinlenmesi haramdır. Çünkü fitne korkusu vardır. Bu haramlık teganni için değildir. Aksine eğer kadının konuşmasında dahi sesinin fitneye vesile olacağından korkulursa kadınla karşılıklı normal konuşma ve sohbet de haram olur. Kadının Kur'an okuyuşundaki sesi de eğer fitneye vesile olursa haram olur. Fitnesinden korkulan tüysüz genç de böyledir!

Soru:Cevap: Bu fıkıh bakımından iki yönlü ve muhtemel bir mesele dir. Bu meseleyi iki esasa ve ters yönlere çekmektedir.

Birinci esas, yabancı kadınla tenha bir yerde bulunmak ve onun yüzüne bakmak haramdır. İster fitneden korkulsun, ister korkulmasın... Çünkü az da olsa fitnenin zannedildiği yerdir. Bu bakımdan ilahî nizam meselenin çeşitli sûretlerine bakmaksızın kapıyı kapatmayı gerektirmiştir.

İkinci esas, fitne korkusundan emin olunduğu zaman, tüysüz çocuklara bakmak mübahtır. Bu bakımdan tüysüz çocuklar bütün bu kapıyı kapatmakta kadınlarla aynı hükümde olmazlar. Tüysüz çocuklar meselesinde hâl ve duruma tâbi olunur. İşte kadının sesi bu iki esas arasında gidip gelmektedir. Eğer biz sesini, kadına bakmaya kıyas edersek, o vakit kapıyı tamamen kapatmak farz olur. Bu kıyas, yakın bir kıyastır. Fakat kadının sesi ile kadına bakmak arasında fark vardır. Zira şehvet, kabarmasının başlangıcında kadına bakmaya davet eder. Sesinin dinlenilmesine değil... Bakmanın temas şehve:ini tahrik etmesi, dinlemenin tah riki gibi değildir. Bakmanın tahriki daha şiddetlidir. Kadının şarkı söylemesindeki sesinden başka sesi avret değildir. Çünkü kadınlar sahabe zamanında erkeklere selâm verirlerdi, fetva sorarlardı. Sual, müşavere ve benzeri yerlerde erkeklerle konuşurlardı. Fakat teganninin şehvet tahrikinden daha fazla etki ve tesiri vardır. Bu bakımdan kadının sesini dinlemek, tüysüz çocuklara bakmak üze rine kıyas edilirse, daha güzel olur. Çünkü tüysüz çocuklar ör tünme ile emrolunmamışlardır.

Nitekim kadınların da seslerini kısmakla emrolunmadıkları gibi... Bu bakımdan kadın sesini din lemek hususunda, nerede fitnenin kopmasından korkulursa orada haramdır demek daha uygundur. İşte bu fetva benim nezdimde kıyasa en uygun olanıdır ve bu fetva Âişe validimizin han

En son gelişmelerden haberdar olmak için whatsapp kanalımızı takip edin