Nuri Demirağ yaşasaydı Erdoğan'ı anlından öperdi
SABRİ GÜLTEKİN
Uzun
gibi gözükse de, kısaca bahsedelim…
ULU
CAMİİ’NİN GÖLGESİNDE DOĞAN ÇOCUK
Cihan
Devleti Osmanlı’nın “tesbih taneleri” gibi dağılma sürecinin
temellerinin atıldığı günlerin arefesidir. Bu dönemde 93 Harbi’nden yeni çıkmış
olan 2. Abdülhamid Han etrafını saran sırtlanlara karşı amansız bir mücadele
vermektedir.
Dünyada
bu hadiseler cereyan ederken Sivas’ın Divriği kasabasında sorgu hakimi
Mühürzâde Ömer Bey nur topu gibi bir evlada kavuşmanın mutluluğunu
yaşamaktadır. Divriği Ulu Camii’nin gölgesinde 7 Mayıs 1886 yılında dünyaya
gözlerini açan bu çocuğun ismi Nuri’dir. Fakat Mühürzâdelerin bu mutluluğu uzun
sürmez; baba Ömer Bey at çiftesinden yaralanır ve arkasından nükseden şeker
hastalığı sebebiyle 1889’da vefat eder. Nuri 3 yaşında, Abdurrahman Naci ise 3
üç aylıkken yetim kalır. Nuri, karakterini şekillendirecek olan ilk ahlâkî ve
dinî telkinleri annesi Ayşe hanımdan alır.
Sonra
devreye Divriği Rüştüye Mehtebi’nin kurucusu ve başmuallimi Süt Molla girer.
Mühürzâde Nuri, Rüştiye Mektebi’ni bitirdiğinde Süt Molla ona resmi olarak
muallim yardımcılığı görevini verir.
Çocukluk
ve gençlik yıllarının ilk devresini Divriği’de geçiren Mühürzâde Nuri, Ziraat
Bankası’nın açtığı sınavla artık kendini bulacağı gurbetin kapılarını yavaş
yavaş aralamaya başlar. Tarihler 1906’yı gösterirken ilk görev yeri Divriği’nin
çıkış kapısı konumundaki Kangal’dır. Malî, idarî ve ekonomik konulardaki
hizmetleri sayesinde Kangallılar onu çok sever, o da Kangallıları. Bir buçuk
yıl aradan sonra Zara’nın yollarına düşer. Bu dönemde “Büyük Kıtlık” baş
gösterince, depolarda terk edilen tahılları halka dağıtarak felaketin
büyümesini engeller.
EMPERYALİSTLERİN
HAKARETLERİNE MARUZ KALDI
Bu
süreçte, Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’nın felaketli
yıllarından geriye kalan halk, açlık, yokluk ve salgın hastalıkların pençesinde
zor günler geçirmektedir. Sultan 2. Abdülhamid’in, ağalık, paşalık gibi rütbe
ve payeler vererek dizginlemeye çalıştığı aşiret reisleri âdeta birer çeteye
dönüşmektedir.
Tarih
sahnesi yeni bir devre tanıklık ederken, İstanbul’da Meşrutiyet’in ilan
edilmesinden sonra maliye teşkilatında büyük bir yenileşme hareketi başlar. Ve
bu dönemde Mühürzâde Nuri gibi bankacılık bürokrasisiyle genç yaşta tanışmış
insanlara ihtiyaç vardır.
Mühürzâde
Nuri, 1911 yılında İstanbul’a gelerek Maliye Nezareti’nde memuriyete başlar.
Taksim Kışlası ve Talimhane gibi millî varlıkların Fransızlara peşkeş
çekilmesini engeller. Görev yaptığı bu dönemde bir taraftan da Maliye Mekteb-i
Âli’ye (Yüksek Ticaret Okul) devam ederek yüksek tahsilini tamamlar. 1918
yılında Maliye Müfettişi olur. Maliye’nin Tatavla (Kurtuluş) Şubesi’ni
denetlerken emperyalistlerin işbirlikçisi Rum, Ermeni, Yahudi ve Levantenlerin
hakaretlerine maruz kalır.
İLK
TÜRK SİGARA KAĞIDI “TÜRK ZAFERİ”Nİ ÜRETTİ
Bu
günler; işgalcilere sempatik görünmek isteyen işbirlikçiler ve ayrılıkçı
unsurların Galata Rıhtımı, Tophane, Yüksek Kaldırım, Beyoğlu Caddeleri’ni
İngiliz ve Fransız bayraklarıyla donattığı günlerdir.
Mühürzâde
Nuri artık mücadelenin bu şekilde yürümeyeceğine karar verir ve memuriyetten
istifa eder.
İlk
işe yabancıların tekelinde olan sigara kağıdı ile başlar. Biriktirdiği 252
kağıt lirayla 1922 yılında ilk Türk sigara kağıdı olan “Türk Zaferi”ni
üretir. Rağbet gören Türk Zaferi, Mühürzâde Nuri’yi 3 yıl içerisinde 84 bin
kağıt lira sermayeye ulaştırır.
Fakat
bu yerli müteşebbisin faaliyetleri birilerinin hoşuna gitmez. 1928’de tütün
mamulleri üretimi İnhisarlar İdaresi’nce devlet “TEKEL”ine alınır.
Mühürzâde Nuri şirketini kapatmak zorunda kalır.
YURDUN
DÖRT BİR TARAFINI DEMİR AĞLARLA ÖRDÜ
“Hasta
Adam” ilan edilen Osmanlı Devleti, çakalların saldırısı altında ölümcül
darbelere direnmeye çalışmaktadır. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgal edilmesiyle
birlikte millî mücadele için oluşturulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin
neferlerinden birisi de Mühürzâde Nuri Bey’dir. Ve o ticarette aldığı yaraya
rağmen cemiyetin Maçka Şubesi’nde gösterdiği gayretleriyle takdir edilecek
işlere imza atar.
Bu
sürecin sonunda koskoca Cihan Devleti âdeta mum gibi erimiş, yerine 23 Ekim
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile milletin bu topraklardaki bekası
teminat altına alınmıştır. Artık kolları sıvayıp, yaraları sarmanın zamanıdır.
Perişan haldeki ülke insanı iş, aş ve hizmet beklemektedir.
Cumhuriyet’in
ilanından sonra Fransızlar üstlendikleri demiryolu işini bırakınca, 1926
yılında Mühürzâde Nuri ve kardeşi yüksek mühendis Abdurrahman Naci Bey’e hizmet
etme fırsatı doğar. Türkiye Cumhuriyeti’nin demiryol ve şoşelerini imar etme
işini büyük bir gayret ve müteşebbis ruhuyla yerine getirerek, devlete en uygun
tekliflerle müteahhitlik alanında büyük başarılar gösterir. “Milletten
kazandığını millete verme ilkesi”nden asla ödün vermeyerek vatan ve
milletinin hizmetkârı olur.
Mühürzâde
Nuri Bey, “ilk Türk demiryolu müteahhidi” olmanın inanç, heyecan ve azmiyle
yurdun dört bir yanını demir ağlarla örmeye başlar. Yol Medeniyeti’nin kalkınma
için en önemli unsur olduğunu her fırsatta dile getiren Mühürzâde Nuri Bey;
Samsun’dan Sivas’a, Fevzipaşa’dan Diyarbakır’a, Afyon’dan Antalya’ya, Sivas’tan
Erzurum’a, Irmak’tan Filyos’a uzanan 1012 kilometrelik yolu demir ağlarla örer.
ATATÜRK,
“DEMİRAĞ” SAYIDIYLA ÖDÜLLENDİRDİ
Soyadı
Kanunu’nun hayata geçirildiği 1936’da bu hizmetlerin nişanesi olarak Gazi
Mustafa Kemal Atatürk, Mühürzâde Nuri Bey’e, “Demirağ” soyadını uygun
görür. Nuri ve kardeşi Abdurrahman Naci Bey, dedelerinden gelen “Mühürzâde”
unvanını bırakıp, “Demirağ” soyadını kullanmaya başlar.
Bursa’da
Merinos, Karabük’te Demir-Çelik, İzmit’te Selüloz, Sivas’ta Çimento
Fabrikaları’nı, Ecabât-Havza Şoşesi’ni, İstanbul’da Haliç Hal Binası
inşaatlarının müteahhitliğini yaparak, bu faaliyetleriyle büyük ve yerli
müteahhidin doğmasına yol açar. Daima “milletin parası” anlayışıyla hareket
eden Mühürzâde Nuri Bey, bitirdiği her eserin önüne bir “hayrat çeşmesi”
yaptırmayı da ihmal etmez.
BİR
MİLLET TEYYARESİZ YAŞAMAZ...
İLKLERIN
adamı rahmetli Nuri Demirağ’ın mücadele ve yol hikâyesindeki anekdotlardan
satırbaşlarını serdetmeye devam edelim.
1930’lu
yıllar dünyanın “Büyük Buhran” yaşadığı günlerdir. Türkiye hissesine
düşen sıkıntıyı had safhada hissetmektedir. Ordunun uçak ve benzeri ihtiyaçları
halkın himmetleriyle alınabilmektedir. Her vilayette düzenlenen kampanyalarda
toplanan parayla uçak alınıyor ve uçağa o ilin ismi yazılıyordu. Bununla
birlikte zengin işadamları tek başına uçak alarak devlete hibe ediyor, o zengin
işadamının ismi de uçağın kuyruğuna yazılıyordu.
1932’de
yine uçak almak için böyle bir himmet kampanyası yapılıyor, büyük zenginlerin
kapısı birer birer çalınıyordu.
Demirağ’ın
damadı Mansur Azak anlatıyor: “O zamanlar devletin bütçesi 212 milyon lira.
Vehbi Koç ise Ankara’nın en zengini. Koç’a gidilip durum izah ediliyor. Koç, ‘hay
hay, ne kadar yardım edelim?..’ diyor. Muhataplarının, ‘Efendim gönlünüzden
ne koparsa’ cevabı karşısında Vehbi Koç 5 bin liralık himmette bulunuyor.
Arkasından Abdurrahman Naci Bey’e geliyorlar. O da 120 bin lira yardımda
bulunuyor. Sonra Nuri Demirağ’a gelerek, durumu en ince ayrıntısına kadar izah
ediyorlar. Anlatılanlar karşısında hayrete düşen Demirağ, ‘Siz ne
diyorsunuz?.. Benden bu millet için bir şey istiyorsanız, en mükemmelini
istemelisiniz. Mademki bir millet teyyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama
vasıtasını başkalarının lütfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını
yapmaya talibim’ diyor. Sonra da hazırlıklara başlıyor.”
MİLLETİN
ZENGİNLERİNE BÜYÜK GÖREV DÜŞÜYOR
Nuri
Demirağ, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin zayıf düşmemesi için milletin
zenginlerine daha çok görev düştüğüne inanmaktadır.
Bu
gelişmelerin yaşandığı 1936’da Türkiye’nin bütçesinin 212 milyon lirayken,
Demirağ’ın bütçesi 11 milyon lirayla ülkenin yaklaşık yüzde 5’lik servetine
tekabül etmektedir.
Demirağ,
uçak üretmenin zor ve pahalı bir iş olduğunun farkındadır. Yanına kendisi gibi
düşünen ve Türk tasarımı uçak üretimine destek veren ilk pilot bröveli uçak
mühendisimiz Selahaddin Reşit Alan’ı ortak alır.
Demirağ,
mühendis ve teknisyenlerle seyahatlere çıkarak incelemelerde bulunmaya başlar.
Almanya, Çekoslovakya ve İngiltere’deki uçak fabrikalarını gezer.
“Avrupa’dan,
Amerika’dan lisanslar alıp tayyare yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode
tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük
bir kıskançlıkla saklanmaktadır. Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse,
demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa ve
Amerika’nın son sistem teyyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda
getirilmelidir” diyen Nuri Demirağ, 1936 senesi ortalarına doğru uçak fabrikası
için hazırlıklara başlar.
İLK
YERLİ YOLCU UÇAĞIMIZ “NU.D.36” ÜRETİLİYOR
17
Eylül 1936 tarihinde de havacılık sanayiinin ilk temellerini atmak için fiilen
teşebbüse geçer. Bir Çekoslovak firması ile anlaşarak Beşiktaş’taki Hayrettin
İskelesi’nde, bugün Deniz Müzesi olarak kullanılan, o zamana göre modern bir
bina yaptırır. Burayı ARGE atölyesi olarak kullanırken, asıl büyük fabrikayı
memleketi Sivas-Divriği’ye kurmayı planlar.
Selahattin
Reşit Alan’ın çalışmaları sonucu ilk yerli yolcu uçağı “Nu.D.36”,
Beşiktaş Demirağ Uçak Fabrikası’nda (Almanya’dan ithal edilen motorla) imal
edilir.
Demirağ,
büyük yatırımlar yaparak kurduğu uçak fabrikasının üretimi için uçağa ihtiyacı
olan kurum ve kuruluşların sipariş vermesini beklemeye başlar.
Nitekim
gelişmeleri yakından takip eden Türk Hava Kurumu 10 adet eğitim uçağı ve 65
adet de planör siparişi verir. Demirağ ve ekibi, bir yandan bu siparişleri
yapmak için tüm gayretlerini sarf ederken, diğer yandan da yepyeni bir model
geliştirmenin çalışmalarını yürütür. Bu model tamamlandığında “Nu.D.38”
ismi verilecek olan altı kişilik, çift motorlu, gövdesi alüminyum kaplama yolcu
uçağıdır.
İNGİLİZ,
ALMAN VE AMERİKALILAR ENDİŞELENİYOR
Nuri
Demirağ’ın Beşiktaş’taki fabrikada yapılan ve başarılı uçuşlarına devam eden
uçakları, Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında da büyük yankılar uyandırır. Bu
olumlu gelişmeler belli başlı uçak fabrikalarını endişelendirmeye başlar.
İngilizler, Almanlar ve özellikle de Amerikalıların endişesi büyüdükçe büyür.
Pazar kaybetme korkusuna kapılan Amerikan Uçak İmalatçıları Birliği, başkanını
Türkiye’ye tetkiklerde bulunmak üzere gönderir.
Her
geçen gün iş büyür, faaliyetlerin sınırları genişlemeye başlar. Atölyede
yapılan uçakların testleri için bir piste ihtiyaç vardır. Demirağ, bu yüzden
Yeşilköy’de, şu anda Atatürk Hava Limanı olarak kullanılan Elmas Paşa
Çiftliği’ni satın alır. Orada 1559 dönümlük geniş arazi üzerinde, 1000x1300
metre ölçülerinde bir uçuş sahası yaptırır. Bu sahanın üzerine ayrıca, Nuri
Demirağ Gök Okulu, uçak tamir atölyesi ve hangarlar inşa ettirir.
GÖK
OKULU’NUN EĞİTİMİ İNÖNÜ’LERE AĞIR GELDİ!
Demirağ,
“Türkün yaptığı uçakları elbette Türkiye’de yetişen pilotlar uçuracaktır”
düşüncesiyle hareket eder.
Bu
yüzden havacılık üzerine eğitim verecek 150 yataklı bir yurdu da bulunan “Gök
Okulu”na, üniversitede okuyan veya mezun olmuş öğrenciler alınır. Burada
uçuş eğitiminin yanı sıra uçağın teknik yapısıyla ilgili eğitimler de verilerek
pilot yetiştirilir.
Dönemin
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğulları Ömer ve Erdal İnönü de Nuri Demirağ’ın
Yeşilköy’deki Gök Okulu’na kaydolur, fakat bir süre öğrenim gördükten sonra
okulu bırakır. Çünkü “çökertme operasyonu”nun kokusu alınmıştır.
Gök
Okulu, kurulduğundan kısa bir süre sonra Nuri Demirağ’ın oğlu Galip Demirağ’ın
da aralarında bulunduğu 9 kişiyi pilot olarak mezun eder. Bunları ise daha
sonra yüzlerce genç pilot izler ve “Nuri Demirağ Gök Okulu” tam
anlamıyla bir pilot okulu niteliğini kazanır.
Yeşilköy'deki
okuldan önce, doğduğu yer olan Divriği’de de bir “Gök Ortaokulu” açan
Demirağ, Türk gençlerine havacılığın zevkini aşılar. Bu ilgiyi velinimet
bilerek boşa çıkarmayan öğrencilerin birçoğu pilot olur.
Ahlâk
ve maneviyata büyük önem veren Demirağ, Gök Okulu öğrencilerine 6 şeyden
sakınmalarını nasihat ederdi: “İÇKİ, KUMAR, İFFETSİZLİK, EĞRİLİK, TEMBELLİK
ve ZULÜMKARLIK.”
12
UÇAKLIK FİLO BÜYÜK HEYECAN UYANDIRIYOR
Bir
taraftan İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde Uçak Mühendisliği bölümünün
açılmasına öncülük eden Demirağ, diğer taraftan ise Türkiye’nin ilk yerli
paraşüt üretimini gerçekleştirir.
Demirağ,
kendi fabrikalarında üretilen yolcu uçağı ile ilk uçuşunu pilot olarak
yetiştirdiği oğlu Galip Demirağ’la yapar. İlk yerli Türk uçağı, Nuri Demirağ’ın
doğduğu yer olan Divriği’ye uçarak gidip gelir. Halkı da heyecanlandıran
gösterilerin yararlı olduğunu düşünen Demirağ, 12 uçaklık bir filoyu, Bursa,
Kütahya, Eskişehir, Ankara, Konya, Adana, Elazığ ve Malatya rotasında uçurarak
halka kendi tayyarelerimizle göklerimizi kendimizin koruyabileceğini gösterir.
TÜRK
HAVA KURUMU VERDİĞİ SİPARİŞLERİ İPTAL EDİYOR
Bu
arada alınan uçak siparişleri ile ilgili çalışmalar büyük bir heyecanla devam
etmektedir. Türk Hava Kurumu yetkilileri, uçakların “tecrübe uçuşları”nın
Eskişehir’de yapılmasını ister.
13
Temmuz 1938’de Eskişehir’de yapılacak tanıtım inişi esnasında pilot Selahattin
Reşit Alan, çevredeki hayvanların havaalanına girmemesi için kazılan hendekleri
fark edemediği için pistten önce iniş yaparak kaza geçirir ve şehit olur.
Bu
olay üzerine Türk Hava Kurumu 1 Mart 1939 tarihinde, “Şartlara uygun değil”
diyerek verdiği uçak siparişlerini iptal eder. Demirağ’ın “pilotaj hatasıdır”
ısrarları Türk Hava Kurumu’nun kararını değiştirmez. Demirağ bu karara itiraz
ederek mahkemeye başvurur. Fakat mahkeme Demirağ’ın aleyhine karar verir.
Ne
gariptir ki, THK’nın almadığı bu uçaklar 16 bin uçuş yapar, senelerce uçar ve
bir tek kaza dahi yapmaz.
İDEALİNDEN
VAZGEÇMEYEN DEMİRAĞ “NU.D-38’İ ÜRETİYOR
Atatürk’ün
ölümüyle birlikte, büyük fedakârlıklarla elde edilen savunma sanayi imkân ve
kabiliyetleri kaybedilmeye başlanır. Yurtiçi siparişleri azalır, tüm bunlardan
dolayı askeri fabrikalar ve sivil teşebbüsler zaafa uğrar.
Üst
üste yaşanan bu olumsuzluklara rağmen Demirağ idealinden asla vazgeçmez. Uçak
imalatına yönelik iddiası devam ettirir ve Salahattin Reşit Alan’ın vefatı
üzerine yarım kalan “Nu.D-38”in imalatını 1944 yılında tamamlar.
Türk
mühendisler tarafından çizilen, motorlar hariç tüm aksam Türk teknisyen ve
işçiler tarafından üretilen “Nu.D-38”; barışta yolcu, savaşta
bombardıman uçağına dönüşmesiyle, çift kumandasıyla, 2200 devirli 2 adet 160
beygir gücünde motoruyla, saatte 325 kilometre hızıyla, 5500 metre irtifaya
ulaşmasıyla, tam depo yakıtla 1000 kilometre menzile ulaşabilmesiyle, 3,5 saat
havada kalma özellikleriyle dünya uçak sanayicilerinin dikkatini tekrar
Türkiye’ye ve Demirağ’ın uçak fabrikasının üzerine çeker. “Nu.D.38”,
dünya havacılığı yolcu uçakları A sınıfına alınır.
26
Mayıs 1944 tarihinde İstanbul-Ankara seferine başlar.
“UÇAKLARI
YAKARIZ AMA YİNE DE SATTIRMAYIZ”
Tarihler
3 Temmuz 1944’ü gösterdiğinde Demirağ ailesi beklenmedik bir acı ile sarsılır.
Ankara Gazi Çiftliği’nde at binerken geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını
kaybeden Abdurrahman Naci Bey, baba Ömer Bey’le benzer kaderi paylaşır.
Uzun
yıllar ağabeyi Nuri Bey’in en büyük destekçisi olan Abdurrahman Naci ismini sık
zikretmesek de, o “rol model” ağabeyin arkasındaki gizli kahramandır.
Yüksek Mühendis olan Abdurrahman Naci Bey, TBMM’de 6. ve 7. dönem Sivas
Milletvekilliği yapmıştır.
Kardeşi
Abdurrahman Naci Bey’in vefatı ile sarsılan Nuri Demirağ, iş hayatındaki
sıkıntılara çözüm yolları arar. Bütün övgülere rağmen kurum ve kuruluşlardan
sipariş gelmemesi üzerine zora giren Demirağ, yaklaşık 1,5 milyon lira
harcayarak ortaya koyduğu millî eserlerin heder olmaması için dönemin
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye defalarca mektup yazar.
Fakat
nafile, Demirağ’ın idam fermanı çoktan imzalanmıştır!..
İran
ve Irak uçaklara talip olur, fakat devrin muktedir güçleri “yakarız ama yine
de sattırmayız” diyerek satışa müsaade etmez. Uçaklar uzun yıllar Yeşilköy
hangarında bekletilir.
Yeşilköy’deki
Nuri Demirağ’a ait tesislerinin havaalanı yapılmak üzere kamulaştırılması, uçak
üretim serüveni iflasa götürür.
Divriği’de
yapılması planlanan Gök Üniversitesi, 100.000 kişilik Sanayi Kenti, Örnek Köy
Projeleri kağıt üstünde kalır.
TOMTAŞ
(Kayseri Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi) ve Vecihi Hürkuş’un başına gelen
olaylar silsilesi bu kez de milletini göklere çıkartan Nuri Demirağ’ı yerle
yeksan eder.
İLK YERLİ ARABA “DEVRİM”İN DE KADERİ AYNI OLDU!..
Nuri
Demirağ, 2. Dünya Savaşı sonlarına doğru, bütün desteklerden yoksun bir şekilde
itibarsızlaştırılarak yüzüstü bırakılır.
Ondan
devralınan fabrika-arşiv ve uzman ekip potansiyeli, 1944’te yarı-resmî bir
kuruluş olan Türk Hava Kurumu’na devredilir. Ankara’da, hem lisansa bağlı, hem
de yerli dizayn uçak ve yerli motor imal etmeye başlanır. Tarihler 1952’yi
gösterdiğinde “Marshall Yardım”na jest(!) olarak teslim bayrağını çeken
THK’nın bütün tesisleri kapatılır. 14 bin metrekare kapalı alanı dahil, yapılan
uçaklar, bunların imal edildiği makinalar ve tezgahlar, hatta arşiv gizli bir
el tarafından yok edilir!..
Türk
Uçak Sanayi, 1954 yılında Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’na (MKEK) devredilir.
Ve Türk Uçak Sanayi, 1964 yılında resmen devlet eliyle batırılır!..
Demirağ
ve ekibinin gecesini gündüzüne katarak, binbir zorlukla oluşturduğu millî uçak
sanayimiz ve birbirinden tecrübeli elamanları dağılıp gider.
Bu
süreçte aslında Demirağ’a değil, Türkiye’nin millî sanayi ve egemenliğine
pranga vurulur. Türkiye ile birlikte millet kaybeder.
Sıkıysa
bir daha “istikbali göklerde” aramayı deneyin!..
Cuntacılar,
darbeciler, ihtilalciler, muhtıracılar her daim nöbette!..
Kimin
adına?..
Tabii
ki, en baba müttefikimiz adına!..
CUMHURBAŞKANI
CEMAL GÜRSEL’İN TARİHE GEÇEN SÖZLERİ
Kaderin
cilvesine bakın ki, Eskişehir’de “yerli uçak” üretimine ket vuranlar
yıllar sonra bu sefer de “yerli araba” üretimini engellemek için devreye girer.
Ve “Çılgın Türkler” aynı delikten bir kez daha ısırtılır.
Memleketine
sevdalı bir grup “babayiğit” ölüm uykusuna yatan “Ağır Sanayi Hamlesi”ni
hayata geçirmek için tekrar harekete geçer.
1960
yılında Eskişehir Cer Atölyesi’nde Türk mühendisler ilk Türk otomobili “Devrim”i üretir. 29 Ekim Cumhuriyet
töreninde büyük bir heyecanla görücüye çıkartılan Devrim otomobili; Türkiye'nin
kalkınmasını istemeyen mihrakların sabotesine maruz kalarak, tıpkı Nuri
Demirağ’ın uçakları gibi seri üretimi yapılamadan kaderine terk edilir.
Bu
başarısızlığı(!) dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarihe geçen şu ifadeyle
özetler: “Garp kafasıyla araba yaptık, şark kafasıyla deposuna benzin
koymayı unuttuk.”
“YÜZ BİN MOTOR, YÜZ BİN TANK ÜRETECEĞİZ”
"Üye/Üyeler suç teşkil edecek, yasal açıdan takip gerektirecek, yasaların ya da uluslararası anlaşmaların ihlali sonucunu doğuran ya da böyle durumları teşvik eden, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik ya da ahlaka aykırı, toplumca genel kabul görmüş kurallara aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde hiçbir İçeriği bu web sitesinin hiçbir sayfasında ya da subdomain olarak oluşturulan diğer sayfalarında paylaşamaz. Bu tür içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk münhasıran, içeriği gönderen Üye/Üyeler'e aittir. MİLAT GAZETESİ, Üye/Üyeler tarafından paylaşılan içerikler arasından uygun görmediklerini herhangi bir gerekçe belirtmeksizin kendi web sayfalarında yayınlamama veya yayından kaldırma hakkına sahiptir. Milat Gazetesi, başta yukarıda sayılan hususlar olmak üzere emredici kanun hükümlerine aykırılık gerekçesi ile her türlü adli makam tarafından başlatılan soruşturma kapsamında kendisinden Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 332.maddesi doğrultusunda istenilen Üye/Üyeler'e ait kişisel bilgileri paylaşabileceğini beyan eder. "
Yorum yazma kurallarını okudum ve kabul ediyorum.