Dolar (USD)
34.67
Euro (EUR)
36.62
Gram Altın
2939.50
BIST 100
9640.08
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Nur Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir?

Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Nur suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Nur Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.
Nur Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir?
20 Kasım 2019 09:09:00
Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Nur suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Nur Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.

Dinimizin direği olan namaz için okunması şart koşulmuş, olmazsa olmaz denilmiş sure olan Nur suresinin iniş (Nüzul) sebebi merak ediliyor. Bu haberimizde, Nur Suresi iniş (Nüzul) sebebi nedir? sorusunun cevabını bulacaksınız.

1. Bu, bizim indirdiğimiz ve bildirdiği hükümlerin uygulanmasını farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp ders ve öğüt almanız için bu sûrede apaçık âyetler indirdik.


Söze başlarken, bu sûreyi indirenin, haber verdiği hükümlerin uygulanmasını farz kılanın ve orada açık açık âyetler bildirenin, azamet bildiren “biz” sigasıyla Allah Teâlâ olduğuna dikkat çekilir. Dolayısıyla bu hükümler sıradan bir kişinin sözü gibi hafife alınmayıp gereken ciddiyetin gösterilmesi istenir. Sûrede indirilen hükümler, kabul edilip edilmemesi serbest olan öğütler değil, bunlar kesinlikle itaat edilmesi gereken farzlardır. Bu sebeple “Eğer mü’minseniz bunları uygulamak zorundasınız” denilmektedir. Üstelik bildirilen hükümler gâyet açıktır; anlaşılmama veya yanlış anlaşılma ihtimali yoktur. Dolayısıyla “anlamadım” diyerek kimse bir bahane ileri süremez ve onları tatbik edemezlik yapamaz.

Öncelikle zina suçunun cezası açıklanmaktadır:

2. Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, o ikisine duyduğunuz acıma hissi sizi etkisi altına alıp Allah’ın belirlediği bu cezayı uygulamanıza engel olmasın. Mü’minlerden bir grup da suçluların cezalandırılmasına şâhitlik etsin.


Âyette “değnek” diye çevrilen اَلْجَلْدَةُ (celde), “cilt” kelimesinden gelip “cilde tesir edecek fakat ete geçmeyecek şekilde vurmak”tır. Çok acı vermeyecek bir değnek veya kırbaç seçilir, sakatlığa sebep olmayacak ve hayatî tehlike oluşturmayacak şekilde vücudun belli yerlerine vurulur. Kürk, palto gibi kaba elbiseler çıkarılır, fakat gömlek gibi giyecekler çıkarılmaz.

Yüz değnek, zinâ eden hür, bâliğ ve henüz sahih bir nikahla evlenmemiş olanların cezasıdır. Câriyelerin cezası elli değnektir. (bk. Nisâ 4/25) Hür ve muhsan olanların cezaları ise recimdir. İmam Azam (r.h.), recmi gerektiren muhsanlığın altı şartı olduğunu söyler:

Müslüman olmak,

Hür olmak,

Akıllı olmak,

Büluğ çağına ermiş olmak,

Sahih bir nikahla evli bulunmak,

Cinsî münâsebette bulunmuş olmaktır. Bu şartlardan biri olmadığında muhsanlık ortadan kalkar.

İslâm’ın bir kısım suçlara ceza verilmesini istemesinin sebebi olarak:

› Suçluyu ıslah etmesi,

› Irza tecavüz durumunda mağduru tatmin etmesi,

› Hem suçlu hem de diğerleri için caydırıcı ve ibret verici olması gibi hususlar sayılabilir.

Kullarını seven ve onlara karşı sonsuz merhamet sahibi olan Allah Teâlâ, yine onların faydasına olmak üzere, hastaya yazılan acı bir ilaç kabilinden cezaya da yer vermiştir. İnsanlara bizzat yaratıcılarından fazla acımak kullara düşmez. Bu bakımdan suç işleyen hak ettiği cezayı mutlaka çekmelidir. Şer’î bir ruhsat olmaksızın suçluya acıyarak cezadan vazgeçmek suçluya da topluma da hayır getirmeyecektir. Ebu Hureyre (r.a.): “Bir yerde bir haddin uygulanması, o yerin ahâlisi için kırk günlük yağmur yağmasından daha hayırlıdır” demiştir. (Nesâî, Kat’ü’s-Sârik 7)

Ayrıca ceza infaz edilirken mü’minlerden uygun sayı ve keyfiyette bir grubun hazır bulunması gerekir. Bunlar en az dört kişi olmalıdır. Bu, olan bitenin insanlara ibret olması ve cezanın hukuka uygun bir şekilde infaz edilmesinin sağlanması bakımından önemlidir.

Zina eden erkek ve kadının evlilik durumlarını açılkamak üzere buyruluyor ki:

3. Zinâ eden bir erkek, zinâ eden veya Allah’a ortak koşan kadından başkasıyla evlenmez. Zinâ eden bir kadınla da zinâ eden veya Allah’a ortak koşan bir erkekten başkası evlenmez. Zinâ edenlerle ve Allah’a ortak koşanlarla evlenmek mü’minlere haram kılınmıştır.


Burada üç grup insandan bahsedilir:

› Müşrikler. müslümanların bunlarla evlenmesi kesinlikle haramdır.

› Zinayı mübah sayıp hafife alanlar. Haramlığı kesin olan zinayı helâl sayıp hafife alanların yaptıkları bu iş küfür olduğundan onlar da müşrik sayılırlar, dolayısıyla kendileri ile evlenmek caiz olmaz.

› Bir de böyle olmayanlar.

İmam Ahmed b. Hanbel şöyle der: “Namuslu bir erkeğin, fuhşa devam eden bir fâhişe ile; namuslu bir kadının da günahına devam eden bir zâni ile evlenmesi haramdır. Ancak tevbe ederlerse onlarla evlenilebilir.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, III, 263) Bununla birlikte zinası sabit olan fakat bunu mübâh saymayan bir kadını, bir mümin nikâhladığında, nikâhın geçerli olduğu, fakat bunun tahrimen mekruh olduğu da söylenmiştir.

Âyet-i kerîmede zina eden kimselere hâkim olan psikolojik bir durumun tespiti de yapılıyor olabilir. Şöyle ki: Fâhişe bir kadını ancak kendisi gibi fuhşa alışmış bir erkek kabul eder. Namuslu insanlar fahişelerle evlenmek istemezler. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yakışır. Temiz ve iffetli kadınlar temiz ve iffetli erkeklere, temiz ve iffetli erkekler de temiz ve iffetli kadınlara yakışır.” (Nur 24/26) Zinaya alışmış kötü tînetli erkekler de iffetli kadınlardan hoşlanmazlar. Onlar, kendileri gibi iffetsiz olanları seçerler. Genellikle fâhişe kadın da kendi tînetinde bir erkekle evlenir. Namuslu insanlar ise, iffetsizlerle uyuşamaz ve onlarla sıhhatli bir aile kuramazlar. Bu sebeple âyet, zinâ günahına devam etmekte olan kimselerle evlenmeyi mü’minlere haram kılmıştır. Çünkü böylelerine rağbet, toplumda arsızlığın ve edepsizliğin artmasına, iffetli kadınlara ilginin azalmasına ve toplumda fesadın yayılmasına sebep olur.

Kadın olsun erkek olsun iffetli insanlara zinâ iftirasının cezasına gelince:

4. İffetli kadınlara zinâ suçu isnat edip de sonra dört şâhit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Böylelerinin şâhitliğini ebediyen kabul etmeyin. Çünkü onlar fâsıkların tâ kendileridir.

5. Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenlere gelince, bunlar fâsıklıktan kurtulurlar. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


4. âyetteki اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât), “evli olsun olmasın, daha önce iffetle alakalı bir sabıkası bulunsun veya bulunmasın, dava konusu olayda masum olan ve zina yaptığı ispat edilemeyen, buluğ çağına erişmiş namuslu tüm kızlar ve kadınlar”ı ifade eder. Namuslu erkekler de aynı hükme tabidirler. Bunlara zina suçu isnadında bulunan kişiler, davalarını ispatlamak için dört şâhit getirmelidirler. Eğer dört şâhit getiremezlerse onlarla ilgili üç yaptırım söz konusudur:

› Vurulma şartları zina haddinde belirtildiği gibi onlara seksener değnek vurulur.

› Müfteri oldukları belirlendikten sonra artık ebediyen yani ölünceye kadar onların şâhitliği kabul edilmez.

› Bundan böyle fâsık olarak damgalanır, toplum nezdinde sabıkalı hale gelir ve bir kısım haklardan mahrum kalırlar. Fâsık, doğru yoldan çıkan, Allah’a isyan eden kimsedir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, iftira suçunu işlemiş olanlar, cezalarını çektikten sonra tevbe edip hallerini düzeltebilirler. Bu takdirde Allah onları sonsuz mağfiretiyle bağışlayacak ve engin merhametiyle onlara lutufta bulunacaktır. Burada mezhep imamları arasında şöyle bir yorum farkı dikkat çeker:

› İmam Malik, İmam Şafi ve İmam Ahmed’e göre tevbe ettikleri takdirde bunların sabıkası silinir ve şâhitlikleri kabul edilir.

› Ebû Hanîfe’ye göre ise tevbe sadece onlardan “fasıklık” vasfını kaldırır, fakat şâhitlik ehliyetini onlara tekrar kazandırmaz.

Kendi eşlerini zina ile suçlayanların sıkıntısı ise şöyle çözüme kavuşturulur:

6. Eşlerine zinâ suçu isnat edip de kendilerinden başka şâhitleri bulunmayan kocalara düşen, gerçekten doğru söylediklerine dâir her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şâhitlikte bulunmaktır.

7. Beşincisinde de: “Eğer yalan söylüyorsam Allah’ın lâneti üzerime olsun!” diye yemin etmektir.

8. Zinâ isnadıyla suçlanan kadına gelince, kocasının yalan söylediğine dâir her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şâhitlikte bulunursa, üzerinden ceza kalkar.

9. Beşincisinde ise, eğer kocası doğru söylüyorsa Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.


Bu âyetlerde belirtilen uygulama, İslâm aile hukukunda “li‘ân” veya “mülâ‘ane” terimi ile ifade edilir. Bu kelime, “karşılıklı lânetleşme” mânasına gelir. Karısını zinâ ederken gördüğünü iddia eden erkekle eşi hâkimin huzuruna celbedilir. Önce erkek Allah’ı şâhit tutarak, karısını açık ve seçik bir şekilde zina ederken gördüğünü dört defa söyler. Beşincisinde ise “Eğer yalan söylüyorsam Allah’ın lâneti üzerime olsun” der. Sonra karısı dört kere, Allah’ı şâhit tutarak kocasının yalan söylediğini beyân eder. Beşincisinde de “Eğer o doğru söylüyorsa Allah’ın gazabı benim üzerime olsun” der. Böylece erkek iftirâ cezasından, kadın da zina cezasından kurtulur. Bir kısım müçtehitlere göre evlilik hayatları da sona erer.

Bu âyet-i kerîmelerle alakalı şöyle bir iniş sebebi nakledilir:

İftirâ suçuyla ilgili âyetler gelip dört şâhit getirme hükmünü beyân edince bir kısım insanlar zihinlerinde oluşan bazı soruları Resûlullah (s.a.s.)’e açtılar. Meselâ, Sa‘d b. Ubâde (r.a.):

“Yâ Resûlallah, karımla bir erkeği yakaladığım zaman dört şâhit bulacağım diye onları bırakır mıyım? Vallahi sorgusuz sualsiz kafasını uçururum!” dedi. Efendimiz (s.a.s.) ise ona şu cevabı verdi:

“Sa‘d’ın kıskançlığı ve namusuna düşkünlüğü sizi şaşırtmasın, ben ondan daha kıskancım, Allah da benden daha kıskançtır.” (Buhârî, Nikah 107)

Beyan edilen bu hükümler, mahza ilâhî rahmet tecellisidir:

10. Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve merhameti bulunmasaydı ve Allah tevbeleri çokça kabul buyuran, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan bir zat olmasaydı hâliniz nice olurdu?


İşte âyet-i kerîmeler bu gibi durumlarda nasıl davranılmasını öğreterek problemi çözmektedir. Çünkü İslâm, hayattaki her türlü problemi, olması gereken en tabiî yollarla halleden ve çözümsüz hiçbir meselenin kalmasını istemeyen kolaylıklı ve müsâmahalı bir dindir. Bu da Allah Teâlâ’nın insanlara en büyük lutuf ve rahmet tecellisidir. Eğer böyle bir din olmasaydı, eğer Cenâb-ı Hak kullarına merhamet gösterip, akılla çözmelerinin mümkün olmadığı sahaları vahiyle aydınlığa kavuşturmasaydı halimiz nice olurdu? O zaman ne yapacağımızı bilemez, yolumuzu şaşırır ve belki de bir problemi çözeyim derken daha büyük problemlerin çıkmasına sebep olabilirdik.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Şunu da bilin ki, aranızda her meselede kendisine müracaat etmeniz gereken Allah’ın Rasûlü bulunmaktadır. Eğer o Rasûl, birçok işte size uyacak olsa, başınız derde girer, gerçekten sıkıntıya düşersiniz…” (Hucurat 49/7)

“Eğer gerçek onların nefsânî arzularına uysaydı göklerde, yerde ve oralarda yaşayanlarda dirlik ve düzen kalmaz, hepsi bozulur giderdi.” (Mü’minûn 23/71)

Burada bir taraftan suçun işlenmesine mâni olacak cezalar bildirilirken, bir taraftan da günaha bulaşmış insanlara bundan kurtulma ve hallerini düzeltme yolları gösterilir. Bunun da başta geleni pişman olup tevbe etmek ve bir daha işlememeye azimli olmaktır. Âyetin sonunda zikredilen, تَوَّابٌ (Tevvâb) ismi, yapılan tevbelerin Allah tarafından kabul edileceğine işaret etmekte; حَك۪يمٌ (Hakîm) ismi ise vaz edilen hükümlerin çok güzel, sağlam ve hikmetli olduğunu göstermektedir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…Gerçeği kesin olarak bilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm veren başka kim olabilir?” (Mâide 5/50)

Şimdi, iffetli insanları zina ile suçlamanın fert ve toplum vicdanında ne derin yaralar açtığı ve ne büyük huzursuzluklara sebep olduğu iyice ortaya çıkması için bizzat Resûlullah (s.a.s.)’in hâne-i saadetinden, onun en mahrem tarafından pek ibretli bir hâdise nakledilerek buyruluyor ki:

11. O iftirâyı ortaya atanlar içinizden örgütlü küçük bir gruptur. Bu hâdiseyi hakkınızda kötü bir şey olarak görmeyin. Bilakis o sizin için bir hayırdır. O iftirâyı atanlardan her biri işlediği günahın cezasını çekecektir. Ama onlardan bu işin elebaşılığını yapan kimseye daha büyük bir azap vardır.


İslâm; iffet, hayâ, namus ve faziletler üzerine binâ edilmiş bir aile ve toplum hayatı ister. Evlilikle alakalı düzenlemeleri, kadın erkek arasındaki ilişkileri ve tüm beşerî münâsebetleri bu nezâhet esasları üzerine kurar. Bu sebeple kurmak istediği bu nizamı ihlal edecek tüm yanlış hal ve hareketleri, tutum ve davranışları yasaklar. Zina ve iftira bunların başında gelir. Bu âyetlerde ise dünyanın en nezih, en iffetli, en temiz ailesi olan Resûlullah (s.a.s.)’in ailesinden dikkat çekici bir misâl seçilerek, iffet ve naMûsâ çok değer verilen toplumlarda çokça rastlanan iftira hâdiseleri karşısında mü’minlerin nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği hususu tüm tafsilatıyla açıklanmakta ve böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiği net bir şekilde ortaya konmaktadır.

Bu âyetlerin inmesine sebep olup, Efendimiz’in pâk zevcesi Hz. Aişe ile ilgili vuku bulan hâdise hülasa olarak şöyle gerçekleşmiştir:

Resûl-i Muhterem (s.a.s.), çıktıkları her gazveye eşlerinden birini kur‘a ile götürürdü. Hicretin beşinci senesi yapılan Müreysî gazvesinde kur’a Hz. Âişe’ye çıkmış, beraberinde onu götürmüştü. Gazve dönüşünde Âişe (r.a.), ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için bi­raz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü daha önce tesettür âyeti inmiş, mü’minlerin anneleri bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde Hz. Âişe’nin devenin üzerindeki hevdeçte olduğu zannedilmişti.

Âişe (r.a.), ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bu­lunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvân b. Muattal (r.a.) Hz. Âişe’yi fark etti: اِنَّا ِللّٰهِ وَاِناَّ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ “…Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) âyetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu. Bu ses üzerine Hz. Âişe uyandı. Hz. Safvân tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Âişe de deveye bindi. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münafıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar. Hz. Aişe’nin Saffan’la çirkin bir iş yaptığını söylediler.

Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hz. Ebûbekir duyduğu müthiş bir ıstırapla: “Vallahi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi. Safvân (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. Çünkü o, Allah Resûlü (s.a.s.)’in: “Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” buyurduğu güzîde bir sahâbî idi.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz onun mübârek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hz. Âişe’nin suçlu ol­duğuna dâir en ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münafıklar susmuyorlardı. Hâdiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir üzüntüye ka­pıldı. Tarifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak babasının evine, mesele hakkında bilgi edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan din­leyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.

Bu sırada Efendimiz (a.s.), hâdiseyi Hz. Âişe’yle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir’in evine gidip sevgili eşini:

“–Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuz isen Allah seni temize çıkaracaktır” buyurdu. Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisse­den hassas ve ince rûhlu Âişe (r.a.), anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allah Resûlü (s.a.s.)’e şunları söyledi:

“–Vallahi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Fakat Allah suçsuz olduğumu biliyor. O hâlde ben, o söylenenlere karşı Allah’tan yardım istiyorum.”

Artık işin anlaşılması ve iç yüzünün ortaya konması Sadece ilâhî vahye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı bu âyet-i kerîmeleri indirdi. Söylenen sözlerin, münafıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr belli oldu. İlâhî beyânlar, hem Hz. Âişe’yi temize çıkarmakta hem münafıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmek­teydi.

Allah tarafından gelip gerçeği açıklayan bu âyet-i kerîmelerden sonra Resûlullah (s.a.s.), mütebessim bir şekilde Âişe (r.a.)’ya:

“–Müjde Âişe! Allah seni temize çıkardı!” buyurdu. Hz. Âişe ise, âyet-i kerîmelerle temize çıkarıldıktan sonra:

“–Benim gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek Resûlullah’ın yanına gitmesini işaret eden babası Hz. Ebûbekir’e de:

“–Ben, Allah’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allah’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifade etti. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), tebessüm buyurdu. Bir ay süren sıkıntı, Allah’ın lutuf ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi.[1]

İftira atılan, Resûlullah (s.a.s.)’in eşi, ümmetin annesi, en seçkin sahâbe Hz. Ebubekir’in kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göster­meye kâfîdir. Bu, kıyâmete kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.

Böyle durumlar karşısında Ebû Eyyûb el-Ensârî ve hanımının sergilediği şu davranış, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler için örnek olacak keyfiyettedir:

Rivayet olunduğuna göre Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.), hanımına:

“- Söyle bakalım, söylenenler hakkında ne dersin?” dedi. Bunun üzerine o:

“- Şayet sen, Safvan’ın yerinde olsaydın, Resûlullah (s.a.s.)’in haremine, hanımına kötülük yapmayı aklından geçirir miydin?” deyince Ebu Eyyûb:

“- Hayır!” cevabını verdi. Yine:

“- Şayet ben, Âişe’nin yerinde olsaydım, hiç Allah’ın Rasulü’ne hıyânet eder miydim? Halbuki Âişe benden, Safvân da senden daha üstündür” dedi. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 347; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 434)

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın şu dört kişiyi temize çıkardığı haber verilmektedir:

› Hz. Yûsuf’u, kendisine iftirâ atan kadının ehlinden bir şâhidin dili ile, (bk. Yûsuf 12/ 26-29)

› Hz. Mûsâ’yı yahudilerin dedikodularından, (bk. Ahzâb 33/69)

› Hz Meryem’i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle, (bk. Meryem 19/29-33)

› Hz. Âişe’yi de kıyâmete kadar tilâvet edilecek olan Kur’ân-ı Kerîm’deki o azametli âyetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belâğatlisi görülmemiş olup Allah Teâlâ bunu Rasûlü’nün ne kadar yüce bir mertebeye sahip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 121)

Bu zor ve meşakkatli dönemde vahyin hemen gelmeyip uzun süre gecikmesi, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamber olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebârüz ettirmek, vahyin onun şuur ve nefsinden doğan bir hâl olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.

İnsanların iffetlerine böyle taarruzda bulunanlar ve iffetsizliğin yapılmasını arzu edenler cezasız kalmayacaktır:

[1] bk. Buhârî, Şehâdât 15, 30; Cihâd 64; Meğâzî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 60, 195.

12. Bu iftirâyı işittiğiniz zaman mü’min erkek ve mü’min kadınların birbirleri hakkında güzel şeyler düşünmeleri ve: “Hâşâ! Böyle bir şey olamaz! Bu, düpedüz bir iftirâdır!” demeleri gerekmez miydi?

13. Bu iftirâyı atanlar, iddialarına dâir dört şâhit getirselerdi ya! Madem ki şâhit getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir.

14. Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın size lutfu ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâ yüzünden size elbette pek büyük bir azap dokunurdu.

15. Çünkü siz o iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri ağzınızda geveleyip duruyor, bunun da basit ve ehemmiyetsiz bir şey olduğunu sanıyordunuz. Halbuki o, Allah katında son derece büyük bir günahtı!

16. Onu işittiğiniz zaman: “Böyle bir şeyi ağzımıza almamız bize yakışmaz. Aman Allahım! Bu, büyük bir iftirâdır!” diyerek kestirip atmanız gerekmez miydi?

17. Eğer mü’min kimseler iseniz, böyle bir şeyi bir daha yapmamanız konusunda Allah sizi sakındırıp uyarmaktadır.

18. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah her şeyi hakkiyle bilendir; her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.


İslâm; iffet, hayâ, namus ve faziletler üzerine binâ edilmiş bir aile ve toplum hayatı ister. Evlilikle alakalı düzenlemeleri, kadın erkek arasındaki ilişkileri ve tüm beşerî münâsebetleri bu nezâhet esasları üzerine kurar. Bu sebeple kurmak istediği bu nizamı ihlal edecek tüm yanlış hal ve hareketleri, tutum ve davranışları yasaklar. Zina ve iftira bunların başında gelir. Bu âyetlerde ise dünyanın en nezih, en iffetli, en temiz ailesi olan Resûlullah (s.a.s.)’in ailesinden dikkat çekici bir misâl seçilerek, iffet ve naMûsâ çok değer verilen toplumlarda çokça rastlanan iftira hâdiseleri karşısında mü’minlerin nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği hususu tüm tafsilatıyla açıklanmakta ve böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiği net bir şekilde ortaya konmaktadır.

Bu âyetlerin inmesine sebep olup, Efendimiz’in pâk zevcesi Hz. Aişe ile ilgili vuku bulan hâdise hülasa olarak şöyle gerçekleşmiştir:

Resûl-i Muhterem (s.a.s.), çıktıkları her gazveye eşlerinden birini kur‘a ile götürürdü. Hicretin beşinci senesi yapılan Müreysî gazvesinde kur’a Hz. Âişe’ye çıkmış, beraberinde onu götürmüştü. Gazve dönüşünde Âişe (r.a.), ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için bi­raz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü daha önce tesettür âyeti inmiş, mü’minlerin anneleri bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde Hz. Âişe’nin devenin üzerindeki hevdeçte olduğu zannedilmişti.

Âişe (r.a.), ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bu­lunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvân b. Muattal (r.a.) Hz. Âişe’yi fark etti: اِنَّا ِللّٰهِ وَاِناَّ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ “…Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) âyetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu. Bu ses üzerine Hz. Âişe uyandı. Hz. Safvân tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Âişe de deveye bindi. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münafıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar. Hz. Aişe’nin Saffan’la çirkin bir iş yaptığını söylediler.

Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hz. Ebûbekir duyduğu müthiş bir ıstırapla: “Vallahi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi. Safvân (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. Çünkü o, Allah Resûlü (s.a.s.)’in: “Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” buyurduğu güzîde bir sahâbî idi.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz onun mübârek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hz. Âişe’nin suçlu ol­duğuna dâir en ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münafıklar susmuyorlardı. Hâdiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir üzüntüye ka­pıldı. Tarifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak babasının evine, mesele hakkında bilgi edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan din­leyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.

Bu sırada Efendimiz (a.s.), hâdiseyi Hz. Âişe’yle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir’in evine gidip sevgili eşini:

“–Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuz isen Allah seni temize çıkaracaktır” buyurdu. Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisse­den hassas ve ince rûhlu Âişe (r.a.), anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allah Resûlü (s.a.s.)’e şunları söyledi:

“–Vallahi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Fakat Allah suçsuz olduğumu biliyor. O hâlde ben, o söylenenlere karşı Allah’tan yardım istiyorum.”

Artık işin anlaşılması ve iç yüzünün ortaya konması Sadece ilâhî vahye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı bu âyet-i kerîmeleri indirdi. Söylenen sözlerin, münafıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr belli oldu. İlâhî beyânlar, hem Hz. Âişe’yi temize çıkarmakta hem münafıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmek­teydi.

Allah tarafından gelip gerçeği açıklayan bu âyet-i kerîmelerden sonra Resûlullah (s.a.s.), mütebessim bir şekilde Âişe (r.a.)’ya:

“–Müjde Âişe! Allah seni temize çıkardı!” buyurdu. Hz. Âişe ise, âyet-i kerîmelerle temize çıkarıldıktan sonra:

“–Benim gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek Resûlullah’ın yanına gitmesini işaret eden babası Hz. Ebûbekir’e de:

“–Ben, Allah’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allah’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifade etti. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), tebessüm buyurdu. Bir ay süren sıkıntı, Allah’ın lutuf ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi.[1]

İftira atılan, Resûlullah (s.a.s.)’in eşi, ümmetin annesi, en seçkin sahâbe Hz. Ebubekir’in kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göster­meye kâfîdir. Bu, kıyâmete kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.

Böyle durumlar karşısında Ebû Eyyûb el-Ensârî ve hanımının sergilediği şu davranış, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler için örnek olacak keyfiyettedir:

Rivayet olunduğuna göre Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.), hanımına:

“- Söyle bakalım, söylenenler hakkında ne dersin?” dedi. Bunun üzerine o:

“- Şayet sen, Safvan’ın yerinde olsaydın, Resûlullah (s.a.s.)’in haremine, hanımına kötülük yapmayı aklından geçirir miydin?” deyince Ebu Eyyûb:

“- Hayır!” cevabını verdi. Yine:

“- Şayet ben, Âişe’nin yerinde olsaydım, hiç Allah’ın Rasulü’ne hıyânet eder miydim? Halbuki Âişe benden, Safvân da senden daha üstündür” dedi. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 347; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 434)

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın şu dört kişiyi temize çıkardığı haber verilmektedir:

› Hz. Yûsuf’u, kendisine iftirâ atan kadının ehlinden bir şâhidin dili ile, (bk. Yûsuf 12/ 26-29)

› Hz. Mûsâ’yı yahudilerin dedikodularından, (bk. Ahzâb 33/69)

› Hz Meryem’i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle, (bk. Meryem 19/29-33)

› Hz. Âişe’yi de kıyâmete kadar tilâvet edilecek olan Kur’ân-ı Kerîm’deki o azametli âyetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belâğatlisi görülmemiş olup Allah Teâlâ bunu Rasûlü’nün ne kadar yüce bir mertebeye sahip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 121)

Bu zor ve meşakkatli dönemde vahyin hemen gelmeyip uzun süre gecikmesi, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamber olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebârüz ettirmek, vahyin onun şuur ve nefsinden doğan bir hâl olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.

İnsanların iffetlerine böyle taarruzda bulunanlar ve iffetsizliğin yapılmasını arzu edenler cezasız kalmayacaktır:

[1] bk. Buhârî, Şehâdât 15, 30; Cihâd 64; Meğâzî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 60, 195.

19. İman edenler arasında hayâsızlığın ve çirkin işlerin yayılmasını isteyenlere dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır. İşin iç yüzünü Allah bilir, siz bilmezsiniz.

20. Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve rahmeti bulunmasaydı ve Allah kullarına çok şefkatli, çok merhametli biri olmasaydı, hâliniz nice olurdu?


Toplumda ahlâkî zafiyet içinde bulunan bir kısım kimseler vardır ki bunlar, iffet ve hayâyı kendilerine şiâr edinmiş mü’minler arasında her türlü çirkin işlerin fiilen yayılmasını ve pervasızca dedikodusunun yapılmasını isterler. Bunların tabii bir olaymış gibi kınamadan sohbetini yapar, yapılmasını da arzu ederler. Halkı ahlâksızlığa teşvik edecek basın yayın faaliyeti yaparlar. Böyle davranışlar cezasız kalmayacak, hem dünya hem de âhirette bu kişilere hak ettikleri cezalar verilecektir. Nitekim ifk hâdisesine sebebiyet veren mücrimler, nâmuslu bir kadına zinâ isnâd etmiş ol­duklarından dolayı cezalandırılmış, iftirâcıların her birine seksen değnek vurulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 35) Zira bu tür yıkıcı faaliyetlere karşı gerekli tedbirler alınmadığında, kötülüklerin yayılmasına mâni olmak imkânsız hale gelebilir. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.) buyuruyor ki:

“Allah’ın kullarını incitmeyiniz. Onları ayıplamayınız. Ayıplarını araştırmayınız. Kim müslüman kardeşinin ayıbını araştırırsa, Allah da onun ayıbını araştırır, evinin içinde bile olsa onu rezil eder.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 279)

“Bir kimse müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki ayıplarını örter.” (Müslim, Zikir 38; İbn Mâce, Mukaddime 17)

“Kardeşinin ayıbına sevindiğini açıkça belirtme. Çünkü Allah ona merhamet eder, senin başına da o ayıpladığın şeyi verir.” (Tirmizî, Kıyamet 54)

Bu bakımdan müslüman bir toplumda insanların ayıp ve hataları örtülmeli, ancak iffetli ve faziletli davranışlar açıkça konuşulmalı, takdir ve teşvik edilmelidir. Çirkin fiil ve davranışlar ise ancak gerektiği ölçüde dile getirilerek değerlendirilmeli, cezalandırılmalı ve bunun ıslah çareleri üzerinde çalışılmalıdır. Çünkü ferdî gibi gözüken bu fiillerin toplum üzerinde meydana getirdiği tesiri ve halkın bundan ne kadar etkilendiğini bizim tam olarak bilmemiz mümkün değildir. Fakat Allah Teâlâ bunu çok iyi bilmekte, bu sebeple ne yapmamız gerektiğini beyân etmektedir. Bu da O’nun kullarına olan nihâyetsiz şefkat ve merhametinin bir tecellisidir. Eğer ilâhî rahmetin en mühim tecellilerinden biri olan Kur’an’la önümüz aydınlanmasa idi, nasıl davranacağımızı bilemez, perişan hallere düşerdik.

Bu sebeple buyruluyor ki:

21. Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilin ki o, ısrarla hayâsızlığı, çirkin ve kötü işleri yapmayı emreder. Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve merhameti olmasaydı, sizden hiç kimse ebediyen temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediği kullarını temize çıkarır. Allah her şeyi hakkiyle işiten, hakkiyle bilendir.


Şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Düşmandan hayır ummak boş bir hayaldir. O daima hayâsızlığı, edepsizliği, yüz kızartıcı fiilleri, gayr-i meşrû işleri, dinin ve aklın hoş görmediği kötülükleri emreder durur. Bu sebeple şeytanın izlerini tâkip etmek yasaklanmaktadır. Pek çok insan ona uyarak helak uçurumlarından yuvarlanmaktadır. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve merhamet ettiği kimseler şeytanın şerrinden korunabilmekte, doğru yolu bulmakta ve hâlini ıslah edebilmektedir. Buna göre kul, daha iyi olabilmek için gayret göstermekle beraber esas yardım ve başarının Allah’tan geldiğini bilmeli; gönlünü, tüm ümit ve korkularını her şeyi en iyi şekilde işiten ve bilen Allah’a bağlamalıdır.

Nitekim bir defasında Allah Resûlü (s.a.s.):

“- Hiç kimse kendi amelleriyle cennete giremez” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:

“- Sen de mi, ya Rasûlallah?” diye sorduklarında Efendimiz (a.s.):

“- Ancak Allah’ın beni mağfiret ve rahmetiyle sarıp sarmalamış olması başka” diye cevap verdi. (Buhârî, Rikâk 18)

Allah’ın hususi mağfiret ve rahmetiyle nefsini temizleme imkanı bulanlar, güzel ahlâk ve fazilet sahibi olurlar. Bunlardan beklenen de insanları af ve bağışlama itibariyle faziletli numûnesi davranışlar sergilemeleridir:


22. İçinizden fazilet ve servet sahibi kimseler, bundan böyle akrabalarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere mallarından bir şey vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler! Öyle ya, onları bağışlamanıza karşılık Allah’ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


Hz. Ebubekir, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunurdu. Kızı Âişe’ye yönelik vuku bulan çirkin iftira hâdisesinde onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Ebubekir (r.a.)’ın yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştüler. Cenâb-ı Hak, yardımın kesilmesinin ardından bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Aynı konuya ışık tutan bir diğer âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur: “Allah’ın adını, olur olmaz ettiğiniz yeminleriniz yüzünden iyilik yapmanızın, kötülüklerden sakınmanızın ve insanların arasını düzeltmenizin önünde bir engel hâline getirmeyin. Allah, her şeyi işiten ve bilendir.” (Bakara 2/224)

Bu âyet-i kerîmeler Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinin en müşahhas bir misâlini teşkil eder. Diğer yönden de fazilet ehlini zirveleştirecek bir hedef gösterir. Âyetlerin inişinden sonra Ebubekir (r.a.):

“–Ben elbette Allah’ın beni bağışlamasını severim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu iyiliğe devam etti. (Buhârî, Meğâzî 34; Müslim, Tevbe 56; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 546)

Yani Hz. Ebubekir, kendi kı­zına iftira atan adama dahî yardımını esirgemedi. Bu da o mübârek sahâbînin kâbına varılmaz faziletini gösteren bâriz bir misâldir.

Âyet-i kerîme bizleri iyiliğe ve güzelliğe çağırmakta, kötülük yapanlara kötülükle muameleden vazgeçip hatta kötülüğe iyilikle muameleye davet etmektedir. Enes b. Mâlik (r.a.), Allah Resûlü (s.a.s.)’in bizleri affa teşvik eden bir hâdis-i şerîfini şöyle nakleder:

Resûlullah (s.a.s.) aramızda oturuyordu, azı dişleri görününceye kadar güldüğünü gördük. Hz. Ömer:

“– Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü! Sizi böyle güldüren nedir” diye sordu. Efendimiz şunları anlattı:

“– Ümmetimden iki kişi Yüce Rabbimizin huzurunda diz çöktüler. İçlerinden biri:

«– Ey Rabbim, benim hakkımı kardeşimden al» dedi. Allah Teâlâ:

«– Hakkını kardeşinden nasıl alayım, zira onun hiçbir iyiliği kalmamıştır» buyurdu. O:

«– Öyleyse günahlarımın bir kısmını ona yükle» dedi.”

Bu sırada Allah Resûlü ağladı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı ve şöyle buyurdu:

“– Kıyamet günü öyle dehşetli bir gündür ki, o günde insanlar günahlarının başkalarına yüklenmesine son derece ihtiyaç duyarlar.”

Sonra şöyle devam etti:

“Allah Teâlâ hakkını talep eden kişiye:

«– Gözlerini kaldır ve cennetlere bak» buyurdu. Adam başını kaldırdı ve:

«– Yâ Rabbi! Altından yapılmış şehirler, altından yapılmış ve incilerle süslenmiş saraylar görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehîd için hazırlandı?» dedi. Cenâb-ı Hak:

«– İstersen sen buna sahip olabilirsin» buyurdu. Adam:

«– Ne ile?» deyince Allah Teâlâ:

«– Kardeşini affetmek suretiyle» buyurdu. Adam:

«– Ey Rabbim, kardeşimi affettim» dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ:

«– Kardeşinin elinden tut ve onu cennete götür» buyurdu.”

Bu hâdiseyi anlattıktan sonra Resûl-i Ekrem (s.a.s.):

“– Allah’a karşı gelmekten sakının ve aranızı ıslaha çalışın. Gördüğünüz gibi Allah Teâlâ müslümanların arasını ıslah ediyor” buyurdu. (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 620)

Fakat bazı günahlar var ki, Allah onları ısrarla yapmaya devam edenleri affetmeyecek, bilakis cezalarını verecektir:

23. Kötülüğü aklından geçirmeyen iffetli mü’min kadınlara zinâ isnâdında bulunanlar, dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır.

24. Kıyâmet günü kendi dilleri, elleri ve ayakları bütün yaptıklarını itiraf edip onlar aleyhinde şâhitlik yapacaktır.

25. O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı eksiksiz verecek; onlar da Allah’ın hakkı, adâleti tam sağlayan ve kendisinden hiçbir şeyin gizlenemeyeceği mutlak Hak olduğunu bileceklerdir.


Burada övgüye lâyık kadınların üç vasfına yer verilir:

› اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât), kendilerine isnad edilen zinâ ve çirkin işlerden uzak olan iffetli kadınlar.

› اَلْغَافِلَاتُ (gâfilât), zinâdan, zinayla ilgili düşünce ve fiillerden hatırlarına hiçbir şey gelmeyen, duygu dünyaları tertemiz kadınlar. Dolayısıyla “gâfilât” kelimesi, “muhsanât” kelimesinin ifade edemediği nezâhet ve temizliği ifade etmektedir.

› اَلْمُؤْمِنَاتُ (mü’minât), inanılması gereken her şeye inanan, hakiki ve tafsili bir imanla muttasıf olan kadınlar.

Hz. Aişe, Efendimiz’in diğer eşleri, iffet, nezâhet ve temizlik bakımından onlara yaklaşmaya çalışan diğer mü’min kadınlar buna misaldir. Onların birine iftirâ atmak hepsine iftira atmak gibi günahtır. Bu sebeple, iftirâ atılan sadece Hz. Aişe olmakla birlikte, bu mânaya dikkat çekmek için çoğul sîgası kullanılmıştır.

Bu gibi temiz ve iffetli kadınlara iftirâ atanlar hem dünyada hem de âhirette lânetleneceklerdir. Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onlara olacaktır. Allah’ın lânet etmesi, dünyada kuldan yardım ve bereketini kesmesi, âhirette de onu cezalandırmasıdır. Meleklerin ve insanların lâneti ise onlara beddua etmeleridir. Bu ebedî lânetten başka, onlar için bir de günahlarının büyüklüğü sebebiyle çok büyük bir azap olacaktır. Nitekim Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.):

“- Helâk eden yedi şeyden sakının!” buyurunca, sahabîler:

“- Bunlar hangileridir, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.):

“Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana haksız yere kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, namuslu ve kötülüğü aklından bile geçirmeyen kadınları zina ile suçlamaktır” buyurdu. (Buhârî, Hudûd 44; Müslim, İman 145)

Bu günahların hepsinden kaçınmak gerekir. Zira o gün yaptıkları günahlara insanların bizzat kendi dilleri, elleri ve ayakları şâhitlik yapacaktır. Allah Teâl&ac

En son gelişmelerden haberdar olmak için whatsapp kanalımızı takip edin